MARC NEWSON

  • 698 SHARES

Marc Newson, bu zamana kadar saat, konsept otomobil, uçak koltuğu, sırt çantası, parfüm şişesi, ekmek kızartıcı, kalem, güneş gözlüğü, kamera, lavabo bataryası, bavul ve jet tasarladı. Ah, tüfek ve uzay gemisini de atlamayalım. Düşününce, tasarımlarıyla yeryüzünde küçük bir Marc Newson habitatı yaratabilir galiba…

Newson objelerin yaratımında “patron olmak istediğinde” tasarımcı kalıbından sıyrılıp sanatçı kimliğine de bürünüyor. Yani işin içine marka veya brief katmadan, 21. yüzyıl perspektifini yansıtmak istediği eserlere… Ama özellikle 80’lerin sonundaki Embryo Chair, Wood Chair ve Orgone Lounge gibi çok az sayıda, Newson’ın bizzat ürettiği çalışmalar, aslında temeli sanatsal bir yaklaşımla attığını gösteriyor. Zira Newson zaten sanat okulu mezunu. Kısa kesiyoruz çünkü biz anlatsak bitiremeyebiliriz. Karşınızda, asla “ürün” kelimesini kullanmayan (dolayısıyla bolca ‘tasarım’a maruz kalacaksınız) ve kendini “problem çözücü” olarak ifade etmeyi seven Marc. Marc Newson işte, bildiğimiz, Marc Newson.

Buluşmamıza vesile olan Atmos’tan konuşmaya başlayacak olursak; ilk kez 2008’de ortaya çıkan Jaeger-LeCoultre ile yaptığınız iş birliğinden önce saatlere ilgi duyuyor muydunuz?
Atmos gibi objeler her zaman ilgimi çekmişti. Ama zamanı değişik bir nesne aracılığıyla sunan bu tür masa saatlerine ve özellikle Cartier’nin yüzyıl başındaki “mystery clocks” tasarımlarına hayranlığımın, yalnızca, gençliğime has garip meraklarımdan olduğunu zannederdim. Ta ki şansa, Jaeger-LeCoultre’un (o zamanki) CEO’su Jérôme Lambert ile tanışana kadar. Ben iş birliği kurarak bir şeyler yaratmaktan çok heyecanlanan biriyim; dolayısıyla Jérôme ile konuşmamız da, bir noktada ortaklaşa ne yaratabileceğimize bağlandı. Yani Jérôme bana gelip de doğrudan “Bunu yapmak ister miydin?” gibi bir soru sormadı. Jaeger-LeCoultre ile çalışmaya başlayışım iki insanın birbirini tanırken kurduğu organik bir diyalogdan doğdu.

Saatin yanı sıra, sandalye, valiz, parfüm, sırt çantası ve daha pek çok farklı ürünün tasarımını yaptınız. Bu çok multidisipliner bir bakış açısı gibi görünse de hepsi özünde bir Marc Newson hissiyatı veriyor. Ama peki her üründe Marc Newson nasıl değişiyor? Veya değişiyor mu?
Sanırım ben de hepsinin bir köşesinde beni bulacağınızı düşünüyorum. Gördüğünüz her Marc Newson tasarımı ortak paydada benim sorun çözme isteğimi yansıtıyor. Ve kendi çözümümü araştırdığım süre zarfında, bir objenin nasıl çalıştığını mekanik olarak ya da materyal bağlamında anlamaya çalışırken de bir sürü şey öğreniyorum. Haliyle o sırada objeyi tanımaya başlıyorum, böylece onun hakkında sevdiğim unsurları fark ediyorum, ve her tasarımın kendi nüansı da bu sayede meydana geliyor.

Atmos’u tanırken dikkatinizi çeken karakteristiği neydi?
Atmos’un zamansızlığını çok seviyorum. Neredeyse 90 yaşında da olsa bugün halen ilk günkü yaşantısına devam ediyor. Elbette görüntüsü geçmişe göre çok daha modern -hatta muhtemelen 568 en moderni- ama dürüst olacağım, en nihayetinde analog. Ve şimdiki teknolojik alışkanlıklara gayet kontrast olmasına rağmen yine de analog kalarak varlığını sürdürebilmesi muhteşem; üstelik herkes bu başarıyı takdir ediyor. Ben bu proje sayesinde böyle bir ürünün hitap ettiği kitleyi değiştirebileceğimi düşündüm. Diğer bir deyişle, demografik bir motivasyonum vardı. Atmos’un hitap ettiği kesim bana göre konservatifti. Örneğin ben de Atmos’u satın almayı hiç düşünmedim çünkü bu büyükannemin yapacağı bir alışverişmiş gibi gelirdi. Ancak bir yandan da çok hoşuma giderdi ve keşke modern bir versiyonu olsaydı derdim. Bu yüzden benim Atmos’u tasarlama sürecimde önceliğim modernizasyondu, tabii taşıdığı geleneksel değerleri göz ardı etmeden…

Tasarım okuluna değil de sanat okuluna gitmeniz sizce çalışma biçiminizi etkiledi mi?
Muhtemelen; emin değilim çünkü tasarım okuyup tasarımcı olan pek çok arkadaşım var. Ve çalışma yöntemlerim ya da çalıştığım markalar onlarınkilerden çok farklı değil. Bana kalırsa esinlendiğim şeyler farklı. Beni en çok modern kültür etkiliyor; görsellik değil, insan iletişimi tarafı. Sanat, müzik, seyahat… Farklı kültürleri bizzat yaşamayı çok seviyorum. Ama sonuçta tasarım bence ne sanata, ne de müziğe benziyor. Kendini ifade etmenin en yeni tanımı; tamamen uluslararası, diğer kreatif ifadeler gibi değil, hiçbir yerde değişmiyor. Bunun en net örneği iPhone, her yerde aynı, coğrafi açıdan tamamen sınırsız. Ve ben bu sebeple sürekli seyahate çıkıyorum. Çok istediğimden değil, dünyanın her köşesindeki tasarımları işimden dolayı görmem gerektiğinden. Ancak bu şekilde, dünyayla iletişim halindeyken, mesleğinizde iyi olabiliyorsunuz. Ve uğraşınızın, problem çözmeye benzemesi harika bir duygu. Ben de bunu yapıyorum, hem de değişik ülkelerde, sektörlerde, şirketlerde.

Uluslararası markalarla çalışırken tamamen özgür davranabiliyor musunuz?
Cevabım sektörlere bağlı olarak değişecektir. Havacılık söz konusuysa özgür olamazsınız, orası kesin; tasarımın belki %5’i yaratıcılıktır. Fakat burada önceden konuştuğumuz konuya geri döneceğim zira özgürlük hep sanat ile bağdaştırılıyor. Hiç süphesiz her daim sanatçı gibi düşünebilir, öyle çalışabilirsiniz ama bu daha özgür olduğunuzu hissettireceği ya da sizi tatmin edeceği anlamına gelmiyor. Tasarımcı olarak mutlu olmak istiyorsanız, mutlaka ticari bir brief doğrultusunda parametrelerle çalışmalısınız. Sanatçıyken patron kendinizsiniz ama bu bence daha zor olabiliyor. Çünkü esasen ne durumda olursanız olun, çalışırken kısıtlamalara maruz kalmalısınız. Aksi takdirde uzun vadede başarılı olmak imkansızlaşıyor.

Sizi en başarılı hissettiren tasarımınız hangisi?
Doğruyu söylemek gerekirse diğerlerinden ayırdığım çalışmalarım var ama bir favorim yok. Genel anlamda değerlendirdiğimde yaptığım çoğu şeyden gayet mutlu olduğumu görüyorum. Benim mevkimdeki bir tasarımcının projesinin gerçekleşmesi 3-4 sene sürer; 6 ay civarı falan değil, anlayacağınız uzun zaman lazım. Ve yaşlanınca da yaptıklarınızdan görece memnuniyet duymak durumundasınız, yoksa zaten onca yılınızı harcamazdınız.

Bunca yıldan sonra edindiğiniz “Creative Icon” gibi -klasik- bir titri seviyor musunuz?
Öyle mi anılıyorum, hiç bilmiyordum.

GQ’dan öyle bir ödül almıştınız.
Doğru, unuttum bir an!

Ödüllere pek ilgili değilsiniz galiba.
Açıkçası GQ ödülünü aldıktan sonra üzerine hiç düşünmedim. Ödül almak sevimli evet ama bazı yıllar ödülleri topluyorsunuz, bazı yıllar kimse sizi hatırlamıyor. Ben de bir sürü ödül aldım, ve şimdi o ödüllerin neredeyse %70’inin soyu tükendi. Bazen insanlar sadece vermek için bile ödül yaratabiliyor. Ben pek önemsemiyorum, bu tür mevzulara pragmatik bakma taraftarıyım.

Gençken bu ödüllerin hayalini kurmuş muydunuz?
Hayır bu türden başarıların hayalini kurmadım. Ben hep ‘yaratabilmeyi’ hayal ederdim. Ve tek tük değil, pek çok ülkede erişilebilecek türden şeyler… İnsanların o yaratımları satın alabilmelerini isterdim.

Sanat burada ayrışıyor gibi, pek çok insanın kullanabildiği ‘şeyler’ hayalinizle…
Bu benim hedeflerimden biriydi. Ama öte yandan zaman zaman, brief dolu zarflardan bağımsız, sanatçı gibi çalışıp kendi patronum olmak da hoşuma gidiyor.

Dönüp geriye kendi yaşadıklarınıza baktığınızda, günümüzün genç tasarımcılarına ne tavsiyede bulunurdunuz?
Yaratmaya devam edin. Yalnızca bu sayede yeni şeyler öğreniyorsunuz. Hem bugün üretim anlamında her şeye ulaşmak çok kolay; bilgisayar sayesinde. Ama bilgisayarın bir limiti var. İnsanın ise yok. O yüzden dijital dünyadan uzaklaşın, gerçek dünyaya odaklanın. Bunu yapmanın en iyi yolu da ellerinizle bir şeyler yaratmaktan, yeteneğinizi geliştirmekten geçiyor.