ANTONIO COSENTINO’NUN STÜDYOSUNDA BİR ÖĞLEDEN SONRA
Resim, heykel, fotoğraf ve enstalasyon işleri üreten ve resim dersleri veren Antonio Cosentino’yu İmalathane’deki Öğleden Sonra sergisi vesilesiyle Kâğıthane Sanayi Mahallesi’ndeki stüdyosunda ziyaret ettik.
Röportaj ZEYNEP NUR AYANOĞLU Fotoğraf EMRE KAPÇAK
Antonio Cosentino sanat hayatının başından beri dışarısı, dışarıdaki hayat, dışarıdaki dünya ile ilgilenir. Sanattarihi ve sanatın ne olduğu üzerine düşünceler ile dışarısı arasında gidip gelerek alt kültür unsurlarını sorgular. Daha önce QP Dergi okurları için bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz, 1990’lı yılların ortasından bugüne çektiği İstanbul Atlası’ndaki fotoğraflarda ise kentsel şiddetin tarihini ve toplumsal dönüşümün veçhelerini görürüz. Resim, heykel, fotoğraf ve enstalasyon işleri üreten ve resim dersleri veren Antonio Cosentino’yu İmalathane’deki Öğleden Sonra sergisi vesilesiyle Kâğıthane Sanayi Mahallesi’ndeki stüdyosunda ziyaret ettik.
ŞU SIRALAR GÜNDEMİNDE NELER VAR?
Bursa’daki İmalathane’de Öğleden Sonra başlıklı sergim sürüyor, 15 Eylül’e kadar görülebilir. Kafamda birçok düşünce var, ufak tefek eskizler yapıyorum, yazın bitişiyle beraber çalışmaya başlayacağım. Yeni düşünce alanlarıma eğilmek benim için eğlenceli. Mesela şöyle bir şey takıldı kafama. İstanbul’da Boğaz’dan ve Haliç kıyılarından bildiğim —Bursa’daki sergim vesilesiyle ziyaret ettiğim Mudanya’da da gördüm bunu— kentlerin yaratmış olduğu çıkmazlar, denizin üzerinde oluşan yaşam köşeleri, belki Yunan adalarında daha sık rastlayabileceğimiz, kentin içinde yaratılmış küçük köşeler ve onların ruhu üzerine bir şey toparlamaya çalışıyorum kafamda. Bu benim için bir probleme dönüştü. İnsanlar bu köşeleri nasıl oluşturur, çıkmaz ne anlama gelir, çıkmazın sonundaki kahvehane türü sosyal yapılar nasıl yerlerdir? Bu soruların verdiği ruh üzerine eskizler yapıyor, düşünüyorum. İkincisi ise, bu yaz fark ettim ki güneş ışığı naylonu da gazete kâğıdını da köşeye atılmış şeyleri de yıpratıp benzer renklere büründürüyor. Keza güneşin altında yaşayan insanları da elbiseleriyle beraber aynı renge sokuyor. İnsanların cildini, yüzünü, saçlarını… Kavramlarla değil böyle soyut, belirsiz duygulanımlarla uğraşıyorum. Bir önceki sergide bırakmış olduğum problemlerim var; o sergide bir kâğıt gemi serisi yapmıştım ama bir battaniye fikri de çıkmıştı. Gazetelerden kestiğim battaniyeler, bunların insan üzerine örtülmesi, kaza sonrası cesetlerin üzerine örtülmesi… Bunların bir duygulanım olarak ne anlama geldiğine bakıyorum.
İSTANBUL ATLASI’NDA İKİ HİKÂYEN VARDI, ÖĞLEDEN SONRA SERGİ KİTABINDA DA BİR HİKÂYEN VAR. BU DUYGULANIMLARIN İZİNİ BİR YANDAN HİKÂYELERDE DE ARIYOR MUSUN?
Evet, arıyorum. Sanırım bu formatı da oturttum. Öğleden Sonra kitabındaki hikâyem yirmi sayfa. Daha önceki kataloglarda yayımlamış olduklarım gibi bu da çok zamanlı bir günlük anlatı. İçinde yarım bırakılmış saçma bir roman taslağı, serzenişte bulunduğum bir iki şey, sabah rüyanın etkisiyle uyanıp atölyedeki ruh hâlim var. Hikâyelerde resimlerim üzerine çok söz söylemiyorum. Oysa izleyenler resimlere bakarak bunları okuduğunda sanatçının ruh hâliyle ve düşünce veya duygulanım dünyasıyla bağlar kurmaya çalışıyor. Bazen bağ olmadığını da fark ettim. Örneğin birçok kâğıt gemi resmi ve bir kent enstalasyonu çıktı sergide; hikâyelerde hiçbir şey yok onlarla ilgili. Benim için ilginç oldu, izleyenler için de öyle olacağını tahmin ediyorum. İkisini birden ele alırken yerine göre bağ kuramamak farklı bir his yaratacaktır.
SON SERGİN ZILBERMAN’DAKİ JPEG TAKIMADALARI’YDI, DÖRT SENE SONRA BU SERGİNİ AÇTIN. ARADAKİ BOŞLUĞU NASIL DEĞERLENDİRDİN?
Bütün insanlar gibi değerlendirdim, tembellik yaptım, pandemi döneminde yattım. İşler güçler dağıldı. Bir romans olarak pandeminin güzel yanlarını keşfetmeye çalıştım. Kışın dev gibi ada vapurunda iki kişi yalnız dönebildik, Fellini film sahnesi gibiydi. Kadıköy’e Beşiktaş’tan koca vapurla üç dört kişi geçtik. Kıyamet zamanlarının insanın hoşuna giden bir yanı da olabilir. Kar yağıp her yer kapandığında mutlu da oluruz, işe gidemeyiz, gizliden seviniriz. Hayat duruyor, ben öyle bir yan da hatırlıyorum. Sosyologların saptayacağı birçok durum olacaktır; algımızla, tüketim alışkanlıklarımızla, birbirimizle olan ilişkilerimizle ilgili neler değişti diye bakacaklardır.
Öte yandan sergi dediğim şey benim kafamda özel bir proje olmaktan ziyade ruh hâlimi içeriyor. Oluşturduğum serüvenin kendisine sergi demeyi öğrendim. Bir sonraki sergimde yine özel bir projeye odaklanmak yerine süreç beni nereye götürürse ona sergi diyeceğim. Yol üstündeyken, çalışırken bir isim bulacağım, onu şekillendirip bir maceraya dönüştüreceğim. Yaşamımın içinde, yaşantılarımın toplamından oluşan şey benim için sergidir.
BİR BUÇUK SENE BOYUNCA ATÖLYEYE KAPANMAK NASILDI?
Çok da kapanmadım, yine gezdim tozdum. Bu sergide şanslıydım, biri ahşap biri de metal işlerde bana yardımcı olan iki asistanım vardı. Ders vermeye devam ettim. Son üç dört ay sadece yapmak istediklerime odaklandım. Birtakım büyük tuvallere girişip onları bitirmeye odaklanmanın nasıl bir macera olduğunu her sergi zamanında yeniden hatırlıyorum, bu kez de öyle oldu. O bana büyük bir keyif verdi. Öğleden Sonra son üç serginin devamı niteliğinde dördüncü bir sergi oldu. Bu süreklilik bana bir şeyler söylüyor galiba; onu anlayıp yorumlamaya çalışıyorum. Çünkü ben önce yapıyorum, anlamını bilmiyorum, sonra anlamı üzerine düşünüyorum.
SOKAK LAMBALARI SERİN İLGİMİ ÇEKTİ BU SERGİNDE.
Daha önceki sergimde de bir sokak lambası tasarımım vardı. 1970’li 1980’li yıllardan kalan bir İstanbul tasarımıydı. Bu sergideki serinin ismi Banias. 2009’da bisikletle Suriye’ye gittiğimde Banias şehrinde belediyenin halk için yaptığı ama çürümüş, benim için “özel” tasarımlı üç lamba görmüştüm. Onları azıcık revize edip tekrar gerçekleştirdim. Lambaları sergide kullanmak orayı bir dış mekânmış izlenimine kavuşturuyor, bunu nasıl ifade edebileceğimi zaman içinde öğreniyorum. Lambaların sergideki etkisini seviyorum. İlk sergimin ismi de Lunapark’tı, ışıklı bir bahçe gibi tasarlamıştım. Sanırım imgelemimde bir yer tutuyorlar.
BU LAMBALAR BODUR SAYILIR, ENSTALASYONLARI DA YERE YAKIN KURUYORSUN, ONLARA YUKARIDAN BAKIP İNCELEYEBİLİYORUZ.
Evet, belki büyümeleri gerekiyor, üzerine düşünmedim. Bodur olduklarını fark etmemiştim, bu sergide biraz daha
boy atmış olabilirler. Onlarla duygusal bağlar, rezonanslar kurmam gerekiyor; parkta gördüğüm üç lamba benim için önemliydi.
PEKİ, KULLANDIĞIN MALZEMELER İÇİN NE SÖYLERSİN?
Metal serüveni 99’da başlamıştı benim için, halen sürüyor. Peynir zeytin turşu tenekeleriyle başlamıştım, ilk sergimde ham olarak kullanıyordum. İstanbul’da periferide tekrar tekrar dönüşerek kendine yeni yerler ve işlevler bulan malzemeler bunlar; ben de onları kendi sanatsal amaçlarım için hep dönüştürdüm. Öğleden Sonra’da ise bir adım daha ileri giderek ilk kez üzerlerini boyadım, stencil yaptım. Hammadde olarak aynılardı ama iyi sonuç aldım. Duyusal bağ kurup sürdürebildiğim sürece onları kullanmayı seviyorum, benim için anlamlı oluyorlar. Tenekelerin de, tenekelerden yarattığım dünyaların ve taşıtların da zaman içinde oluşmuş birçok anlamı var. Anlam önce gelmiyor; aksine ne olduklarını bilmezken kullanıp sergileyerek test ediyorum ve kendim için tanımlamaya çalışıyorum.