OTOMATONLARA DAİR KISA BİR HİKAYE

  • 337 SHARES

2011’deki Martin Scorsese filmini hatırlarsınız; Hugo Cabret gizemli bir maceranın içine çekilmişti ve bu kurgunun merkezinde esrarengiz bir otomaton yatıyordu. Peki bu ve bunun gibi eserler gerçekten nasıl ortaya çıkmıştı? Yazı Erçağ Akın

Eğer siz de quartz ile mekanik saatler arasındaki bir tartışmanın ortasında kaldıysanız ve mekanik saatlerin ruhları olduklarını savunanlardansanız, sırf bu yüzden quartz mekanizmalı modellerin tercih edilmemesi gerektiğini düşünüyorsanız, fikirlerinizi bir kez daha gözden geçirmenizi tavsiye ederiz. Çünkü bu parçalar için ruhun gerekmediğini tarihin önemli mucitleri de savunuyordu, onlara göre sadece teknik kabiliyetleri olan birer eser olmaları kafiydi. Jacques de Vaucanson da bunlardan biriydi, adını henüz duymamış olanlardansanız kendisini tanıtalım; Fransız Vaucanson tarihin en önemli otomatonlarından biri olan ‘Digesting Duck’ın mucidiydi. Konuyu yüksek saatçilik parçalarından otomatonlara doğru çevirmenin şimdi tam sırası; keza bu ‘sanat eserleri’ bir dönemin çağ atlayan buluşlarıydı ve herkesi şaşırtmayı başarıyordu.

Metafizik penceresinden otomatonları ele alacak olursak ve Talmud Metinlerine göre Adem’in beş saat içerisinde yaratıldığını farz edersek insanı ilk otomaton, tanrıyı da ilk mucit kabul edebiliriz. Yunan mitolojisindeki onlarca tanrı arasında yer alan birkaç tanesinin de mucizevi işler başardığını biliyoruz, dolayısıyla onlar da mucit sayılabilir. Ancak gerçek anlamda Antik Yunan ilk otomatonları buhar enerjisiyle çalıştırmıştı, doğal olarak tanrıya ihtiyaçları yoktu, Mısır’da ise Güneş’in ışıklarından güç alan bir heykel müzik çalarak tarihe geçmişti. Yine milattan önce Çin’de ahşaptan yapılma uçan saksağanlar ve hareket eden atlar yapılmıştı. Modern anlamda günümüzdekilere en yakın örneklerden ilki ise İskenderiyeli Ctesibus tarafından yaratıldı; mucit, Arşimet’ten daha önce suyun dinamiğine dair çalışmalar yapmıştı ve bir müzik aleti olan su orgunu geliştirmişti. Ctesibus’un eseri suyun havayı sıkıştırmasını prensip edinmişti ve bu yolla bilinen ilk tuşlu çalgı olmuştu.

Milattan önceki örneklerin sayısı ve bilgileri kısıtlı, ancak 15. yüzyılla birlikte gelişen Avrupa’nın bilime verdiği önem sebebiyle otomatonların sayısında ve niteliğinde bir artış olduğu da kesin. Johannes Muller’in İmparator Maximilian’ın Nuremberg’e girişini kutlamak için uçan bir kartal yaptığını biliyoruz. Tarihi metinlere göre bu kartal imparatorun etrafında üç kez dönerek onu selamlıyor ve kanatlarını geniş bir mesafeye kadar açabiliyordu. Leonardo Da Vinci’nin de Medici’lerin desteğiyle programlanabilir, mekanik bir aslan yaptığını da biliyoruz. Anlatılanlara göre yaklaşık 50 cm’lik uzunluğu ve yüksekliği olan bu yapıt dört ayağı üzerinde yürüyebiliyor ve yelesiyle insanları selamlayabiliyordu.

mechanical_lion_davinci
Leonardo Da Vinci’nin çizimlerinden esinle gerçeğine sadık kalınarak yaratılan mekanik aslan

15. yüzyıldan 18. yüzyıla geldiğimizde otomatonlar imparatorlara ya da önemli ailelere sunulan hediyeler olmaktan çıkıp yavaş yavaş daha öznel parçalar olmaya başladı. Mucitler onları birer şov parçası gibi, doğal olarak da kişisel yeteneklerini göstermek için kullanmaya başladı. Az önce bahsettiğimiz Jacques de Vaucanson bu isimlerden biriydi, otomatonu ‘Digesting Duck’ da bugün bile tarihin önemli eserlerinden biri olarak anılıyor, ancak geçen zaman kendisine ait sadece tahminler üretebilmemize izin veriyor. Vaucanson’un sindirim yapabilen ördeği (en azından 100 yıl boyunca sindirim yapabildiği zannediliyordu) önüne koyduğunuz besinleri alıp birkaç saat sonrasında onları sindirerek dışarı atıyordu. Altın kaplama otomaton gerçek bir ördek boyutlarındaydı, suda hareket edebiliyordu ve ses çıkarabiliyordu ancak 1844’te Mystery Clock’un mucidi Jean-Eugène Robert-Houdin kendisiyle karşılaşınca sindirim yapamadığını anladı. Ördek gizli bir haznede daha önceden hazırlanmış maddeleri dışarı atıyordu ve sindirim yapıyormuş izlenimi uyandırıyordu. Ardından tarihin belki de en kusursuz otomatonlarından biri geldi, Pierre Jaquet-Droz 6 bin parçadan oluşan ve 40 farklı mektup yazabilen küçük bir çocuk boyutlarındaki ‘The Writer’ı geliştirdi. Jaquet-Droz aynı zamanda resim çizebilen ve org çalabilen otomatonlar da geliştirmişti ve bugünkü Charming Bird’lerin neden bu kadar etkileyici olduklarını da ilk otomaton örnekleriyle göstermişti. Jaquet-Droz’nun icatlarından sonra Avusturyalı Joeph Faber gerçek anlamda konuşabilen bir makine yapmıştı. Bugünkü gibi ses kayıtlarıyla çalışan örneklerinin aksine Euphonia piyanodaki tuşlu sisteme ve mekanik bir insan boğazına sahipti; yani çeneye, dile ve dudaklara. Joseph Faber’in icadı bilim dünyasında bir nevi Frankenstein’ın canavarı etkisi yarattı ve bu sebeple ürkütücü olarak karşılandı. Bu durum da Faber’in 25 yıllık emeğinin beğenilmemesi anlamına geliyordu. Takıntılı bir adam olan Faber de bunu kaldıramadı ve intihar ederek hayatına son verdi.

faber_euphonia
Joseph Faber ve konuşabilen otomatonu Euphonia’ya ait bir çizim

Otomatonlar bugün yüksek saatçilikte kuşlar ya da peri kızları gibi formlarda karşımıza çıkıyor olsa bile aslında kendileri zanaatkarların yetkinliklerini göstermek istedikleri birer sanat ve mekanik eser olarak algılanıyor. Ancak bundan binlerce yıl öncesinde de bugün de kendileri gizemli tarafı olan ve her daim bizi şaşırtmaya ve arkalarında yatan mühendislik bilgisini takdir etmemize sebep olan parçalar.

vancleef
SIHH 2017’de Van Cleef & Arpels’ın tanıttığı Automate Fée Ondine

Açılış görseli: Jaquet-Droz, The Writer