EVDE OLMA DUYGUSU
Yaşadığı şehirlere hep püripak merak duygusu besleyen gazeteci Hümeyra Pamuk, Akdeniz kodlarına epey yabancı olan Washington D.C.’nin temposunu anlatıyor.
Yazı: Hümeyra Pamuk
İlk defa gittiğim bir şehrin sokaklarında yürümek, bir nevi çocukluğuma dönmektir benim için. Yepyeni bir dünyanın kapılarını açmak ve her adımda bana getireceği sürprizleri büyük bir heyecanla beklemek… Yetişkin aklım bilir ki, göreceklerimin objesel bir sınırı var: Tarihi binalar, belki savaşlara sahne olmuş köprüler, arnavut kaldırımlı meydanlar, rengarenk sokak pazarları, yemyeşil veya duruma göre betona yenilmiş parklar ve çeşit çeşit insanlar -aceleyle metroya koşturan, belki bir bankta düşüncelere dalmış, kahkahası sokakları çınlatan, binlerce insan. Ama gözlerim, çocukluğuma dönmüştür bir kere ve her şeyi daha önce hiç görmemiş gibi görmeye hazırdır. Kalbim bilir ki, her şehrin anlatılacak yepyeni ve kendine özgü bir hikayesi vardır. İşte bu heyecanla yola çıkarız, yeni bir şehri daha keşfetmek için.
Bu çocuk merakı, hayatımın son 10 senesinin hakim duygusudur diyebilirim. Bu süre zarfında, mesleğim gereği İstanbul hariç beş ayrı şehirde yaşadım ve her defasında aynı heyecan, merak ve keşif duygusuyla yeni şehrimin sokaklarında dolaştım. Herkesin gri havasından yakındığı, benim ilk göz ağrım ve bence dünyanın tartışmasız en kozmopolit şehri Londra’da, Hüsnü Mübarek’in otuz yıllık diktatörlüğü sonucunda insanlarının yoksulluktan kırıldığı, kadim ama buruk kent Kahire’de, petrol zenginliği sayesinde kısacık bir zamanda çölün ortasında yoktan var edilmiş Dubai’de, hayatın bir saniyelik bir ‘es’ bile vermeden son sürat aktığı New York’ta, hep bu püripak merak duygusu ile yaşadım. Bir şehri keşfetmenin en iyi yolunun o şehirde yürümek olduğu fikrinden hareketle, taksiden uzak durdum. Metroda, otobüste, sokaklarda insanları seyrettim. Gene çocuk gözlerimle bu insanların neyi, neden ve nasıl farklı yaptıklarını anlamaya çalıştım. Tanımadığım insanlarla havadan sudan sohbetler başlattım, kendi taze gözlerimle baktığım şehri, bir de onların yerleşik perspektifinden dinledim.
Şu anda yaşadığım Washington, son 12 senedeki beşinci şehrim ve diyebilirim ki içlerinden en nazlısı burası. Pek fazla kimsenin ‘ölmeden önce görülmesi gereken şehirler’ listesinde yer almıyor. Trenle üç saat uzaklıkta olan ve kültürden sanata, modadan entelektüel inovasyona kadar her alanda gündem belirleyen New York ile kıyaslanması safi orantısız, aynı zamanda adaletsiz de. Buranın her şeyi daha mütevazı, butik ve ‘gelişen’ kategorisinde. Bu da size, yaşarken sürekli dönüşmekte olan bir kente tanıklık ettiğiniz hissini veriyor ve bunun heyecanı daha başka. Şehrin doğu kısmında, bir zamanlar gidilmesi tehlikeli olan mahallelerinin duvarlarında tek tük belirivermiş grafittilerin habercisi olduğu kolektif sanat ortamından Etiyopya veya Afgan mutfağı gibi fazla bilinmeyen lezzetleri ulaşılabilir kılan restoran kültürüne, tarih alanında bir derya denilebilecek ve ülkenin en iyileri arasında bulunan Smithsonian müzelerine kadar her şey, daha ağırbaşlı, entellektüel zenginliğini bariz bir şekilde değil de, katman katman gösteren bir şehre işaret ediyor. Sosyal medyada popülerliği ise daha çok mevsimsel: Nisan başı gibi şehrin dört bir yanını saran kiraz çiçekleri Instagram’ın kısa süreli gözdesi oluveriyor.
Ama buranın en karakteristik özelliği ve albenisi, şehrin herhangi bir mimari yapısı, tabiat güzelliği veya progresif kent geleneğinde değil, dünyanın en güçlü devlet makamına ev sahipliği yapmasından kaynaklanan ‘aura’sında bana göre… Tüm entrikaları, ayak oyunları, beklenmedik virajları, an be an değişen gündemiyle politikanın, hayatın her köşesine sirayet ettiği bir şehir burası. Kurumsal ofis kültüründen arkadaşlıklara, Starbucks kahve sırasında yapılan şakalara, taksici sohbetlerine kadar her şeyin ve herkesin politik olduğu; havadan sudan konuşmaların bile siyasi bir alt metinle yapıldığı ve neredeyse her diyalogda bir kazanan ve kaybedenin olduğu, motivasyonunu rekabetten alan ve Darwinism’in hayatın her alanında gelenek haline geldiği bir kent kültüründen bahsediyoruz.
Donald Trump’ın en nazik ifadeyle pek de ‘konvansiyonel olmayan’ başkanlığı, şehrin temposunu eskiye göre yükseltmiş. Politika her zaman manşette olmuş bu kentte ama özellikle son iki senedir şehrin belkemiğini oluşturan gazeteci, danışman, avukat, federal hükümet görevlisi ve lobici güruhu artık her sabah ‘acaba bugün Başkan’ın, nereden geldiği belli olmayan hangi politik kararıyla çalkalanacağız’ diye uyanmaya alışmış. Gözünü açar açmaz Twitter’a bakmak, Trump başta olmak üzere bir dizi önemli politikacının tweet’lerini bir saniye bile kaçırmamak için bildirim ayarlarını açmak, en az iki, sıklıkla üç telefon sahibi olmak; protein bar’lar ve kahveyle beslenmek ve en son ne zaman aralıksız sekiz saat uyuduğunu hatırlamamak, gayet normal! Hızlı konuşup, net olmanız lazım. Zira dünyanın en önemli bilgisini vermiyorsanız kimsenin sizin iç sesleriniz için vakti yok burada. Birinden yardım isterken aynı zamanda onun da işine yarayacak bir şey teklif ediyor olmanız lazım çünkü bedava öğlen yemeği diye bir şey yok [no such thing as a free lunch]. Öne geçmek istiyorsanız -ki istemiyorsanız başka bir şehire taşınmakta fayda var- her şeyi kurallarıyla yapıp, kibarca sormanız ve sempatik olmanız yetmez; diğerlerinden daha değerli olduğunuzu ispat etmek için kararlı, çalışkan ve stratejik olmanız lazım.
Bırakın yaşamayı, belki bunları okurken bile yoruldunuz. Bu tempo, belki de hayatı biraz daha yavaş ve keyfine vararak geçirmeye odaklanmış Akdenizli kodlarınıza çok yabancı geldi. Veya benim gibi seyahatleriniz sırasında Anadolu’nun cömert ve geniş gönüllülüğü ile o kadar çok karşılaştınız ki, artık bu kadar rekabetçi ve ihtiraslı hayat çabasını anlamlı bulmuyorsunuz. İşte belki de bu yüzden Washington, yeni bir şehir olsa bile, çocuk gözlerle bakmanın çok mümkün olmadığı bir yer. Evet, her şey yepyeni, taze ve denenmemiş ama şehir sizden bir an önce ‘çaylaklığınızdan’ sıyrılmanızı, kendisinin bu çılgın rutinine teslim olmanızı ve onu öğrenip kucaklamanızı istiyor. Öte yandan, Türkiye’de çalışmış bir gazeteci için bu aslında çok da zor değil. Haber gündeminin sabahtan öğlene tamamen değiştiği, günde defalarca ‘yok artık’ dedirten başlıkları yazdığınız, bir süre sonra şaşırma duygunuzu yitirdiğiniz bir ülkede haber peşinde koştuktan sonra, Washington’un keskin virajları, nefes nefese temposu ve herkesin ‘olacak iş değil’ diye düşündüğü olaylarına tanık olmak, bünyede tuhaf bir ‘evde olma’ duygusu yaratıyor.
Tek yapmanız gereken, içinizdeki çocuğu gözlerinden öpüp ona veda etmek. Zira, şimdi yetişkin olma zamanı.