BOSCO SODI’NİN DÜNYAYI KUCAKLAMA SANATI
Bir Bosco Sodi eserinin karşısında birkaç̧ dakika geçirirseniz onun insanı topraklayan huzuruyla sarılıp sarmalandığınızı hissedersiniz.
Yazı RACHEL CAMPBELL JOHNSTON Fotoğraflar MAUREEN M. EVANS
Meksikalı sanatçının hem jeolojik hem geometrik hisler yayan güçlü eserlerinin -soyut resimlerden heykellere kadar- bu başarısı kısmen onun ham pigment ve doğal malzemeler kullanmasından kaynaklanıyor.
Bu Meksikalı sanatçının yeteneğini ilk kez nasıl keşfettiğini duymak pek de şaşırtıcı değil. Çocuklukta kendisine disleksi ve dikkat eksikliği bozukluğu teşhisi konulunca, altı yaşında sanat dersleri almaya başlamış. “Annemle babam bunun bir tür terapi işlevi göreceğini düşündü,” diyor. “Haklıydılar da. Hafta sonları ailemle ormanlara giderek büyüdüm, (ve) kendimi doğaya hep yakın hisseden biri oldum. Ama gittikçe kendimi daha yerleşik, her şeye daha bağlı hissediyorum.”
Otuz yıla ve altı kıtaya -şu anda New York’ta yaşıyor- yayılan kariyeri boyunca Sodi, bu bağlantılı olma hissini sanatı aracılığıyla duyumsatmayı hedeflemiş. İlk bakışta, işlerinin sınırlı renk paleti ve basit şekilleri -nötr bir zeminde tek bir kırmızı nokta; saçılmış kil küreler; üst üste yığılmış küplerden oluşan bir kule- biraz minimalist görünüyor. Ama biraz daha yakından bakınca, Sodi’nin eserleri kusurlarını gözler önüne seriyor.
Resim yapma sürecinden bahsederken, “Çalışmayı hiç kesmiyorum,” diyor Sodi; resimlerinde mineral pigmentleri ahşap, talaş ve yapıştırıcı kullanarak yarattığı katmanlara uyguluyor. “Bazen altı-yedi gün sürüyor. Ve sonra, yüzeyde ilk çatlak ortaya çıkınca duruyorum. Bırakıyorum onu. Kendi kendine oluşmaya bırakıyorum. Benim hiçbir kontrolüm yok.”
Birkaç hafta sonra Sodi’nin yarattığı yüzey nihayet kuruyup sertleşiyor– çatlaklarını göstermeye başlıyor.
Bu felsefeyi, “Tesadüfi olanı kabul ediyorum,” diye açıklıyor. “Tesadüfler ilginçtir – eşsiz ve öngörülemezdir. Eserlerimden birini tekrar yapmamı isteseler yapamam. Tekrarlanabilir şeyler değil onlar.”
Sodi’nin heykelleri de benzer organik bir biçimde meydana geliyor. Oaxaca’daki stüdyosunda yerden toprak alıp suyla ve kumla karıştırıyor, ortaya çıkan kille de tuğlalar, küreler, küpler yapıyor. Bunlar açık havada yağmura, rüzgara veya güneşe maruz kaldıktan sonra odunla, jacaranda tohumlarıyla ve hindistancevizi kabuklarıyla yaktığı geleneksel bir seramik fırınında pişiriliyor. Resimlerinde olduğu gibi bunların yüzeylerinde de belli dokular ve renkler açığa çıkıyor. Sodi bu süreci “kontrollü kaoslardan” biri olarak tarif ediyor. “Hiçbir şey öngörülebilir değil,” diyor. “Kendimi akışa bırakıyorum. Dokunma biçimimle, görme biçimimle malzemelere içgüdüsel yaklaşıyorum. Her birinin (parçanın) kendi nitelikleri, acayiplikleri ve kusurları var.”
Bugünlerde Sodi’nin yaşadığı yer New York şehri – gerçi hafta sonlarını ailesine ait bir evin bulunduğu Catskill Dağları’nda, tavuklarıyla ve köpekleriyle geçiriyor. En çok konuşulan eserlerinden bazılarını ABD’de sergiledi. 2017’de, hepsi de Oaxaca’da elle yapılmış tuğlalardan örülü bir duvar olan Muro’yu yaptı. Onu parça parça yıksınlar diye insanlar davet edildi. Sodi, halklar arasına bariyerler inşa etmenin ne denli nafile ve kıt görüşlü bir davranış olduğunu göstermek istemişti – özellikle de Trump’ın önerdiği duvarı düşünerek yapmıştı bunu. Bir diğer eseri olan Tabula Rasa, Covid pandemisinin ortasında sergilendi. Sodi kilden 440 küre -Amerika’nın o sırada resmen karantinada olduğu her gün için bir tane- yaptı, bu kürelerin her birinin içinde bir mısır tohumu vardı. Gelip geçenlerden, bunlardan birini evlerine götürüp ekmeleri istendi. “Bir umut mesajı vermek istedim,” dedi Sodi, “hayatın yeniden başlayabileceğini göstermek istedim.” Daha sonra insanlar da ona odalarında filizlenmiş mısırların fotoğraflarını gönderdiler.
Sodi kesinlikle çokuluslu biri. Ama işlerinin temelinde Uzakdoğu’nun wabi sabi estetiği var: Bu, odağına sadeliği, geçiciliği, kusurluluğu ve ihtimali koyan bir Japon felsefesi. 2014 yılında Oaxaca’nın okyanus kıyısında, Japon mimar Tadao Ando’nun tasarladığı bir komplekste yer alan, kar amacı gütmeyen Casa Wabi vakfını faaliyete geçirdi.
Sodi, wabi sabi’nin bizi doğaya daha yakından bağlayan bir felsefe olduğunu düşünüyor. “O bize evreni, insanlığımızı ve dünyayla olan ilişkimizi daha iyi anlamamızı sağlayan araçlar sunuyor.” Sanatçı, insanlar olarak hayatımızın pek çok yönünü kontrol edemeyeceğimizi kabullenmemiz gerektiğine inanıyor– eserleri de bu kabulden ortaya çıkıyor. “Yaşlanmayı, ölümü ve kazaları kabullenmek zorundayız,” diyor Sodi. “Bunlar doğal şeyler. Üstelik hayatımızı ilginç ve çok güzel kılabilirler.”
Sodi uluslararası modernizmde sanatsal selefler bulsa da -Tàpies’nin karışık, hareketli tablolarında; Dubuffet’nin art brut’unda; Rothko’nun renklerinde; Kooning’in enerjisinde- en büyük ilhamını Meksika’nın yerli mirasından alıyor. Özellikle de kil, “atadan kalma öneme sahip” diye açıklıyor. Ünlü Ceboruco Yanardağı’ndan alıp elle yaldızladığı kayaları kullanarak yaptığı heykeller de var. “Kaya gibi çok yaygın ve çok güzel bir şeyi alıp onu altınla bir arzu nesnesine dönüştürmek istedim,” diye anlatıyor. Ama bununla ülkesinin sömürge tarihine de gönderme yapıyor, çünkü o dönemde Meksika’dan altın çalınmış ve pek çok ritüel nesne kaybolmuştu. Sodi heykelleriyle onları yuvalarına döndürüyor: Bir odanın ortasında, kıymetli ve ışıl ışıl.