DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLİR MİSİNİZ?
Değişim isteği içerisinde olan insan, kimlik arayışını ifade etmek için en uygun araç̧ olarak modayı seçiyor.
Yazı NİL ERTÜRK
Pandemiyle beraber kitlesel bir uyanışın hayatımıza girdiğini yok saymak imkansız. Kafamızı ne tarafa çevirsek, kişisel gelişim üzerine kelam etmekte olan birilerine rastlıyoruz. Kitapçıların en çok satanlar bölümünü neredeyse sadece bu kitapların oluşturması, eskinin özlü sözler paylaşımlarının yerini, kişisel gelişim aforizmalarının aldığı sosyal medya içerikleri, herkesin ağzına yapışan yeni metafizik söylemleri, çağımızın bir ayağı çukurda (ya da uzay boşluğunda diyelim) insanını anlamak için dikkatli bakmamız gereken bir yer. Yakın geçmişteki savaş sonrası kitlesel insan hareketlerine baktığımızda, gelip geçici olduğumuzu hatırlatan deneyimler yaşadığımızda insanlık olarak bedensel hazlarımıza yöneldiğimiz gözlemlenmiş. Son yıllarda ise hiç bitmeyen teatral bir savaş dönemi içinde yaşıyor gibiyiz.
Balenciaga’nın 2022 Sonbahar/ Kış koleksiyon sunumunda çarpıcı bir şekilde karikatürize ettiği gibi, koskoca bir cam ekranın ardından sürekli bizim dışımızda bir yerlerde olup biten mücadele görüntülerini sıcak koltuklarımızdan izleyip duruyoruz. Baktıklarımızı hem çok gerçek hem de ekranın ardında birileri tarafından profesyonelce hazırlanıp kurgulanmış ve gerçek hissi verilmiş bir oyun gibi algıladığımız bir Araf bölgesinde yaşıyor gibiyiz. Çoğu zaman gördüklerimize inanamıyor gerçekle bağımız kopmuş gibi hissediyor ve gerçeği sorgular hale geliyoruz. Tüm ruh halimizle orada, ancak bedensel olarak fazlaca uzaktayız. Olaylar kendi başımıza gelmişçesine bir psikolojik etkiye giriyor, kendimize savurganlık ve rahatlama hakkı veriyoruz. Bu bitmeyen döngünün içinde sıkışmış olduğumuzun bilinciyle ve uzaktan bakmanın verdiği ayrıcalıkla tüm bunların içindeki büyük anlamı keşfetmeye çalışıyor ve bizi sürekli dünya adına daha iyisini yapmadığımız için suçlu hissettiren propagandalar arasında değişmek zorunda olduğumuza inanıyoruz. Ve tam bu anda, değişim isteği içerisinde olan insanın kimlik arayışını ifade etmek için en uygun araç olan moda, sinsice giriyor kapıdan.
Son 10 yılda daha önce hiç olmadığı kadar giyim markası, insanların tüketmeye yetişemeyeceği kadar fazla kıyafet üretti ve bu kıyafetleri kendimiz için yarattığımız yeni sahte gerçeklikler içinde sergilememiz için bize bazı araçlar verdi. Savaş zamanlarında doğurganlığın arttığı gibi şimdi de üretim hızının artması insana ilginç gelen bir korelasyon doğrusu. Sanki buradaki varoluşumuzu köklendirerek anlamlı kılmaya ve gelip geçici olmadığımızı kendimize kanıtlamak ister gibiyiz.
Değiştirmeyi ve geliştirmeyi amaçladığımız kişisel yönlerimizi ameliyat masasına yatırdığımız gibi paramızı verdiğimiz markalardan da bu yöntemleri benimsemelerini istiyoruz. Dünyanın geçtiği bu dönemde kendimizi rahatlatmak için kullandığımız bu markaların en azından bizimle aynı yönde adım atıyor olmasını bekliyor olmak yanlış sayılmaz. Greenwashing yöntemleri bir kenara, son yıllarda teknolojiyi kullanarak tüketim sektörünü değiştirmeye çalışan pek çok girişim oluşmaya başladı. Bunların en başında moda tasarımcısı Ece Gözen geliyor diyebiliriz. 6 yıl önce kurduğu teknoloji firması Gozen ile yeni materyaller yaratmaya ve dünya kaynaklarını sömürmeyen bir moda sektörünün mümkün olduğunu kanıtlamaya kendini adamış olan firma, geçtiğimiz ay 3,3 milyon dolar yatırım alarak bu konuda somut adımlar atmaya başladı. Net-a- porter’ın kurucusu Natalie Massenet’ın da yatırımcılarından biri olduğu teknoloji firması Eon ise dijital etiket yöntemiyle üretilen ürünlerin iplikten başlayıp ikinci el piyasasına kadar her an takip edilebileceği bir sistemi bazı seçili markalarla beraber hayata geçirmeye başladı bile. Bu şekilde insan hayatını ve dünya kaynaklarını sömüren üretim faaliyetlerinin önüne geçmeyi ve her ürünün yolculuğunu kayıt altına almayı hedefliyorlar. Üretim fazlası kumaşların ya da bitmiş ürünlerin yeniden dönüştürülmesini amaçlayan, inşaat atıklarından mobilya yapan, denizlerden toplanan çöplerden oyuncak üreten, atıksız mutfak zihniyetiyle restorancılık yapan türlü çeşit genç girişimci, içinden geçtiğimiz karanlık fırtınanın ortasında sakin kalmayı başarıp yaşanan olumsuzlukları fayda sağlayan bir şeye dönüştürmeyi başarmış gibi görünüyor.
Peki bu kişisel gelişim odağının geldiği nokta bize nerede zarar vermeye başlıyor? Tüm bu olumsuzlukların içinde kendimizi doğru şeyleri üreten ve fayda sağlayan birine dönüştürmekle, dönüşüm eyleminin içinde kaybolmak arasındaki ince çizgi nerede başlayıp nerede bitiyor? Kendimizi geliştirmek ve daha iyiye doğru yönelmek pozitif bir amaca hizmet eden ve kuşkusuz ileriye dönük bir çaba. Ancak insanlığı en hassas yerinden, özgüvensizliği üzerinden yakaladığında her konu bir kar etme makinasına dönüşmeye mahkum oluyor. Yaşam stilimiz arkamızda bizi hiç durmadan kovalayan görünmez bir canavar varmışçasına, sürekli kendimizle ve çevremizle yarış halinde olmamıza sebebiyet veriyor. Modern insanın, tarihin bu döneminde olmayı hedeflediği yer kendimizi olduğu gibi kabul etmek ama aslında ulaşmayı hedeflediğimiz bir yerin de mutlaka olması. Bu açıdan bakınca hiç bitmeyen bir baskı halini alıyor modern hayat. Bizi koruması için yaratılan sistemlere güvenelim, ama pratikte ne kadar işe yaramaz olduklarını fark edelim ve değişmesi için kişisel çaba gösterelim. Tüm bunları yaparken sabah kalkalım işe gidelim, yemek yapalım, vitaminlerimizi aksatmayalım, aile travmalarımızı çözelim, arkadaşlarımızla iyi ilişkiler kuralım, aktif bir hayat seçelim, yanlış kesilen armut için kriz geçiren çocuğumuz karşısında anlayışlı ebeveynlik sergileyelim, sergileri takip edelim, başucumuzdan edebiyatı eksik etmeyelim, son çıkan dizileri mutlaka izleyelim, işimizi geliştirelim, sosyal medyada havalı görünelim.
Özellikle kadınsak tüm bunları yaparken harika görünelim, cilt rutini sahibi olalım hem modadan hem dekorasyondan anlayıp, kariyerimize de önem verelim ve birkaç çocuklu hayatımızı, sıcak içeceğimizi yudumlayıp kitap okurken huşu içinde izlemeyi başaralım.
Bu tüm açılardan başarılı olma baskısı bizi kişisel gelişim uçurumunun kenarlarına doğru iterken, herkesin özünde sanatçı olduğu, herkesin başarıyı hak ettiği, her ebeveynin mükemmel, her kadının güçlü olduğu söylemleri arasında kendimize koyduğumuz çıtalara, yaşarken ulaşmak mümkün olacak mı acaba? Sanki bu sefer de tatlı su sosyalisti kılığına girmiş bir kapitalizm canavarıyla karşı karşıya gibiyiz. Yapılan eserleri herkes beğensin, herkesin zevkini yansıtsın, herkes kendinden bir şey bulsun, herkes fikrini beyan etsin, kimse dışarda kalmasın istiyoruz. Gelişmek istiyoruz ama eleştirilmek istemiyoruz, sürekli övgü çemberinde olmayı arzuluyor ama bir yandan içimizde tutamadığımız isyan etme dürtüsünü cadı avına dönüştürüp önümüze parçalamamız için atılan halk figürlerinden öç alıyor ya da kısa süreli rahatlamalar satın alıyoruz. Yaşanan eko çemberi içinde sürekli olarak, anı mükemmel kılmak üzerine çaba harcama tekniklerine takılıp kalmış durumdayız. Aslında zamanımızın kalmadığını hissettiren ana duygunun sebebi, fırtınanın ortasına geçip anda kalmayı başaramıyor olmamız. Anda kalmak varoluşumuzun çabasız yeteneklerinden biriyken artık bunun dış müdahalelerle ulaşılabilecek bir hedef haline getirilmesi durumumuzun vahametini açıklıyor. Sürekli geride kalan kendimiz olacakmış, bir şeyleri kaçıracak ve yetişemeyecekmişiz gibi hissetmeyi normalleştirip bundan kurtulmak için yeni nesil inzivalara, toplantılara, kitaplara, maddelere ihtiyaç duyuyoruz. Dünyanın değişmesini istiyor ama bunu 777 diyerek elde edeceğimize inandırılıyoruz. Kişisel gelişimimizi üzerimizden kaç kat soyduğumuza değil üzerimize kaç kat eklediğimize bakarak ölçümlüyoruz. Dünyadaki mutluluk ve huzuru, yaratılan kapitalist sistemle ne kadar uyumlu olduğuna göre ölçüyoruz. Gerçek gelişimin kaostan, bilinmezlikten ve anarşiden doğduğunu unutup bir yerlerimizi kalıplara sokarak yine düzene itaat ediyoruz.
Tasarımın en ölçümlenebilir hali olan moda sektörünün, var olduğu 2023 yılı yorumlamalarına bakınca dünyadaki bu değişim isteğini podyumda da açıkça görebiliyoruz. Yeni nesli tüketici grubuna dahil etmek için yıllarca oyunlu, şakalı, renkli tasarımlar sunan tasarımcılar, bedensel hazlarını erken yaşta tatmin edip tüketen ve ruhlarını doyurma faslına tahmin edilenden erken geçen yeni nesle, dünyada olup bittiğine şahit oldukları adaletsizlik karşısında “dünyayı değiştirmeye falan” çalıştığı için kızmış gibi sanki. Moda dünyası podyumlara gönderdiği koyu renkli, sıradan ve pratikliğin ön planda olduğu tasarımlarla yeni nesle artık ciddileşme zamanının geldiğini bir de üstüne üstlük ütü yapmayı öğrenmelerinin gerektiği haberini verir gibi. Bakalım önümüzdeki yıllar bazı vizyonerlerin tahmin ettiği gibi sektörlerin olumlu değişimlerine mi sahne olacak, yoksa kişisel gelişim çukurunda çırpınıp duran yüzeysel bir çabadan mı ibaret kalacak…