UĞUR TANYELİ
Mimarlık tarihçisi Prof. Dr. Uğur Tanyeli, ideolojilerin mimarlığı araçsallaştırdığını ve haliyle mimarlığın hiçbir durumda masum olmadığını söylüyor. Sosyolojik bir disiplin olarak mimarlık, şehirlerin dönüşümü ve bu mesleğin icra edilmesi, Tanyeli’nin verdiği cevaplarda yeniden şekilleniyor.
QP: Mimari nosyonu farklı ideolojilerin pratiğe dökülmüş hali olarak değerlendirilebilir mi?
Uğur Tanyeli: Çoğu zaman ideolojiler, kendilerini mimarlıkla resmetmek isterler. Bu sık sık karşımıza çıkan bir durumdur. Lakin bu durum en azından yarım yüzyıldır dünyada görmeye alışık olduğumuz bir şey değil. Eskimiş bir meseleden bahsediyoruz ama Türkiye’de bunun çok güncel bir davranış olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Geçmişin dünyasında, bir zamanlar Stalin dönemi Rusyası, Nazi Almanyası gibi yerlerde karşımıza çıkar. 19’uncu yüzyıla gittiğimizde A.B.D.’de de bunu görürüz. Özetlemek gerekirse, bunun modası geçmiş bir mimari tavır olarak nitelendirilmesi gerekir diye düşünüyorum.
QP: Hali hazırda Türkiye’nin genel konjonktürü düşünüldüğünde, sizce kentsel dönüşüm projeleri topluma yeni bir yaşam biçimi dayatıyor mu?
UT: Tabii ki. Zaten her ideoloji, mimari bir yönelimi ya da başka bir disiplini bir şeyleri topluma dayatmak için kullanır. Dolayısıyla mimarlık hiçbir durumda masum değildir. Kapitalist dünyada mimarlık, bu sistemin en önemli değer kalemlerinden birini oluşturur. Giderek dünyanın her yerinde kapitalist üretim ilişkileri içerisinde mimarlığın ve inşaatın payının yükseldiğini biliyoruz. Dolayısıyla burada söyleyebileceğimiz şey, bir yaşam biçiminin ya dolaylı olarak dayatıldığıdır -ki bu demokratik yollarla yapıldığı ölçüde kabul edilebilir, ya da bunun hoyratça,
üstüne basa basa yapıldığı yerler vardır ki bu durumda dayatmalar serttir. Sonuçları estetik anlamda kötüdür; keza ekonomik anlamda da başarısızdır. Türkiye’yi, ikinci alternatif içerisine çok rahat bir şekilde dahil edebiliriz.
QP: Söz konusu dönüşüm kentlilerin özel yaşam alanlarına da müdahale etmiş oluyor. “İstanbul’da Mekan Mahremiyeti’nin İhlali ve Teşhiri” kitabınızda konut mahremiyetini ele alıyor ve görselleştiriyorsunuz. Peki, bu dönüşümün doğal yollarla olması gerektiğine mi inanıyorsunuz yoksa her şeyin olduğu gibi kalmasına mı?
UT: Dönüşüm hayatın gerçeği. Hiçbir şeyin sabit kalmadığı bir dünyada yaşadığımız için, dönüşümden çok değişimden söz etmeyi yeğlerim. Çünkü değişim kendiliğinden vuku bulur ve ideolojik dayatmaları içermez. En azından ideolojik dayatmalarını apaçık görmeyiz. Haliyle kentler de sürekli değişir. 1950 yılındaki İstanbul ile 1960 yılındaki İstanbul bambaşkadır. Ama dönüşüm, değişimin aksine merkezi yönetimin iktidarını kullanarak belli bir biçimde, belli bir bölgede, bir anlamda insanları süpürme pratiğidir. Örneğin, Sulukule’de yapılan böyle bir şeydi. Çok başarısız bir proje olduğunu bugün gidip görmek mümkün. Hem toplumsal, hem mimari açıdan çok başarısız bir proje. Orada koca bir mahalle dönüştürüldü, hepsi neredeyse birbirinin eşi binalar yükseldi, gerekçe olarak eski İstanbul’un yapısal özelliklerinin yeniden üretilmesi gösterildi. Aynı şey Tarlabaşı’nda da gerçekleşti. Gerçi orada yapılan proje Sulukule’ye kıyasla daha iyi mimarları içerisinde barındırdı. Ama sonuçta toplumsal uzanımları bağlamında düşünürsek, Tarlabaşı da başarısız bir dönüşüme tanıklık etti.
QP: Bu projelerin temel sıkıntısı tam olarak nedir?
UT: Temel açmaz, burada oturan insanlara sormaksızın biz sizi dönüştüreceğiz, demek. Buna hakkımız yok. Modern dünyada böyle bir hak yok. Avrupa’da ve A.B.D.’de benzeri olaylara karşı büyük bir muhalefet vardır. Bunun Türkiye’deki gibi hoyratça olmadığı, kendiliğinden gerçekleştiği yerlerde bile bu duruma tepkiler yoğundur. Örneğin güney Manhattan’ın yaşadığı dönüşüm. Manhattan’ın en lüks yerleri olarak nitelenen o bölge, kendiliğinden değişti. O bölgede oturan, alt- orta sınıfa mensup olarak niteleyebileceğimiz genç üniversite öğrencileri ve Amerikan entelektüelleri, bu bölgeden süpürüldüler. Haliyle güney Manhattan bugün New York’un deyim yerindeyse en elit yeri haline geldi. En lüks butik lokantalar, oteller orada konuşlandı. Buna tabii ki karşı değilim, ama toplumsal maliyetleri göz önünde bulundurmak lazım. Bir muhit bir gün yoksuldur, ertesi gün değildir. Bunun tam tersi de yaşanabilir. Ne yazık ki bu maliyetler Türkiye’de görmezden geliniyor ve bu şekilde devam edilirse, olumsuz sonuçlar gelecekte çok daha net bir şekilde hissedilecek.
QP: Mimar, mühendis, tasarımcı olmak isteyen pek çok kişi var, ama işin tarihi kısmına odaklanmak herkesin aklına gelmiyor. Mimarlık tarihçisi olma fikrinde sizi cezbeden ne oldu?
Bu sorunun cevabını merak edenleri QP:26. sayımızın 54. sayfasına davet ediyoruz. Dergiye abone olmak için ise abone@qpmagtr.com adresinden bizimle iletişime geçebilirsiniz