PATRICIA URQUIOLA
“İlham havada yakalanabilen bir şey değil.” Patricia Urquiola, kreatiflik ile ilgili kemikleşmiş bazı kalıpları tek bir cümlede yıkabiliyor.
Patricia Urquiola, İtalya’da bir İspanyol olmak, üstelik oldukça maskülen bir nüfusa sahip bir sektörde kadın olmak gibi zorluklardan beslendiğini ve bu düalizmin tasarım dünyasında dengeli bir ritim bulmasını sağladığını savunuyor. Urquiola’nın bazı sorulara verdiği cevapların bazılarımız için başlı başına bir ilham kaynağı olacağı kanaatindeyiz.
QP: İspanya’da doğup, İspanya ve İtalya’da eğitim gördükten sonra iki ülkenin tasarımcı kimliğiniz üzerindeki etkilerini birbirinden nasıl ayırt ediyorsunuz? İlk kez tasarıma karşı ilginiz olduğunu ne zaman keşfettiğinizi hatırlıyor musunuz?
PU: Madrid’te çok metodik ve klasik bir mimarlık eğitimi aldım. Milano’daki eğitimimde ise tasarımı ve yeni şekillerde düşünme pratiğini öğrendim. Bütün bu süreçten ve tanışıp birlikte çalıştığım kişilerden hala büyülenmeye devam ettiğimi söyleyebilirim. Tabii bu isimlerden çok da gözümü korkutmadan…
QP: Bu sorunun size birçok kez sorulduğuna eminim ama Achille Castiglioni’ye yardımcı okutmanlık yapmak nasıl bir duyguydu? Kendisinin tasarım yaparken hala aklınızda bulundurduğunuz bir tavsiyesi var mı?
PU: Politecnico di Milano’da Achille Castiglioni’nin verdiği endüstriyel tasarım dersini alırken ilk başta müfredatına şüpheyle yaklaşmıştım. Dersler bana skenografiyi andırmıştı. Hayatımın bundan sonraki kısmının ne kadar etkileneceği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Castiglioni’nin çarşamba günkü derslerine valizler dolusu objelerle geldiğini hatırlıyorum. Özellikle cam konusundaki dersi harikaydı, ama favorim kesinlikle makaslar üzerine olandı. Derslerinde her şey hakkında konuşurduk: form, tasarımların insan vücudu ile olan ilişkisi ve inanılmaz çeşitlilikte olan nesnelere hayat veren popüler bilgiler bugün hala aklımda. Benim neslime ait tüm tasarımcılar Castiglioni’nin verdiği bu eğitimin etkisinde kaldığı bir gerçek.
QP: Mentorlarınızdan biri de Maddalena De Padova’ydı. Tasarım sektöründe kadın olmak sizce bir avantaj mı?
PU: Bu işe ilk başladığımda tasarım dünyası çok daha maskülendi. Bir diğer yandan Milano farklı topluluklara ve kendi kimliklerinin arkasında duranlara her zaman açık bir şehir oldu. Gae Aulenti’nin çalışırken bir kadın gibi hissetmek istemediğini, tasarımları aracılığıyla kadın olduğunu herkese unutturmak istediğini net bir şekilde hatırlıyorum. İspanyol genç bir kadın tasarımcı olarak bu işe İtalya’da başladığımda hangi azınlık grubunun beni daha çok temsil ettiğini bilmiyordum ama aslında bu tür bir düalizme sahip olmak tasarım dünyasında hareket ederken dengeli bir ritim bulmamı sağlıyor.
QP: Kreatif perspektifinizde belirgin bir rol oynayan rizomatik anlayışı biraz detaylandırabilir misiniz?
PU: İlham havada yakalanabilen bir şey değil. Etrafımı çevreleyenlerden, gittiğim sergiler, enstalasyonlar, seyahatler ve deneyimlere dair oluşturduğum algımın toplamından edindiğim bir pratik. Okuyor, gözlemliyor ve çoğunlukla bu tip ilham uyarıcılarının arayışında oluyorum. Benimle çalışan herkes şunu bilir: bir projeye başlayacağımız zaman, bu yeni yolun bizi nereye götüreceğini bilmeden bir yolculuğa çıkarız. Bu bağlamda araştırma ve tasarım süreçlerine dair rizomatik bir yöntemim olduğunu düşünüyorum: tüm unsurlar aynı öneme sahiptir ve hiyerarşi olmaksızın yatay olarak birbirini etkiler. Bu tip bir yaklaşım benimsemek geleneksel tasarım düşünme yöntemlerinden çok daha zordur.
QP: Studio Urquiola’yı milenyumdan bir sene sonra açtınız. Bu 20 yıl içinde sadece nasıl yaşadığımız değil nasıl tasarladığımız da büyük ölçüde değişti. Tasarım sektöründe teknolojinin dominasyonu hakkındaki görüşleriniz neler?
PU: Mobilya özelinde düşündüğümde teknolojinin tasarım süreçlerinde temel bir rolü var. Biyomateryaller konusunda çok daha fazla araştırma yapma şansımız var. Birçok farklı işleve sahip çok daha hafif materyale erişimimiz bulunuyor. Sanal gerçeklik ve yapay zeka tasarımcıların hayat arkadaşları olacak ve çoktan tasarım tarihçesini şekillendirmeye başladı bile. Robotlar ve yapay zeka insanların yerine geçmek yerine, biz tasarım yapmaya devam ettiğimiz ve bizi tamamlayıcı unsurlar olarak sürece dahil olduklarında iyi bir performans gösteriyorlar. Sonuçta zekalarımız ve becerilerimiz çok farklı. Teknolojinin en iyi işlediği metot, insanların yerini almaktan ziyade başarmaya çalıştığımız konuda bize ortaklık yaptığında ortaya çıkıyor.
QP: Renklerin tasarım pratiğinizde her zaman büyük bir önemi var. Renkleri optimizmi aktarmak için bir araç olarak kullandığınızı düşünüyor musunuz? Bu ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
PU: Renklere her zaman daha analitik bir şekilde yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Parlaklık ve yansıtıcılık seviyelerini her zaman hesaba katmak gerekiyor. Ben temelde, ışık ve maddenin buluşma noktası ile ilgileniyorum. Bu iki kavramın mimari, mekanlar ve nesneler ile nasıl etkileşime girdiğini sorgulamak önemli.
QP: 2015’ten bu yana Cassina’nın kreatif direktörüsünüz. Marka için günlük yapılacaklar listeniz hangi başlıklardan oluşuyor?
PU: Markanın kreatif direktörü olmak benim için bir gurur. Her zaman bir outsider olduğumu söylesem de, Cassina’da belki de bir insider’ım çünkü hem tasarımcı hem de kreatif direktör olarak çalışıyor ve markaya tüm bu titrlerden bağımsız dışarıdan bir göz olarak bakmaya devam edebiliyorum. 2015’ten bu yana bu iş birliği birçok deneyden, yeni girişimlerden ve zorluklardan ve her zaman çok açık ve sakin tartışmalardan oluşuyor. Kreatif direktörlük çok kompleks bir iş çünkü prodüksiyondan araştırmaya, iletişimden showroom kurgusuna birçok farklı alanı kapsıyor. Cassina’da kalite her zaman temel prensip olsa da, amacım sessiz değişiklikler ile markayı geliştirebilmek.
QP: İş ve özel hayatınız arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Kurduğunuz bu dengeyi korumak için kurallarınız var mı?
PU: Birkaç yıldır bir casa-bottega’da yaşıyorum. Giriş katında stüdyom, üst katında ise dairem konumlanıyor. Bu düzeni kurmayı çok istedim çünkü kızlarıma yakın olabilmek ve stüdyoya gidip gelmekten kaçınmamak benim için çok önemliydi. Özel hayatım mesleğimle bağlantılı ve ikisi arasında kendime göre iyi bir denge kurduğumu düşünüyorum.
QP: En çok ne tasarlamaktan keyif alıyorsunuz? Bir mobilya mı yoksa bir bina mı? Ve tasarladığınız bir binanın tamamlanmış halini gördüğünüzde nasıl hissediyorsunuz?
PU: Büyük ölçekli tasarımlardan küçük ölçekli olanlara geçmeyi ve bu projelere aynı anda kafa yormayı çok seviyorum. Stüdyoda mimarlık ve tasarım takımları çok yakın markajda ve birbiri ile ilişkili şekilde çalışıyor. Çoğu zaman bir tasarım projesi üzerinde çalışırken mimarlık işlerimize çözümler buluyorum ve sıklıkla bunun tam tersi de olabiliyor.
QP: Harvard Üniversitesi’nde verdiğiniz derste, kızlarınızın sizi hep bir kitapla hatırlamasını istediğinizi söylüyordunuz. Tasarım kitapları haricinde kafanızı boşaltmak istediğinizde ne tür kitaplar okumaktan hoşlanıyorsunuz?
PU: Gerçek bir kitap kurduyum. En çok deneme okumayı seviyorum. Son zamanlarda nasıl yaşadığımıza dair yeni perspektifler sunan Bruno Latour, Emanuele Coccia ve Timothy Morton gibi filozofları tutkuyla okuyorum.
QP: Son zamanlarda üzerinde çalıştığınız hangi projeler sizi heyecanlandırıyor?
PU: Stüdyoda birçok farklı proje üzerinde aynı anda çalışıyoruz. Mimarlığını üstlendiğimiz birkaç otelin açılmasına çok az kaldı ve tabii ki Eylül ayındaki Salone del Mobile 2021’e hazırlanmaya devam ediyoruz. Bu seneki fuarı iple çekiyorum.