İLLÜSTRATÖR GUY BILLOUT

  • 416 SHARES

New Yorker, Atlantic ve Wall Street Journal gibi yayınlara yaptığı çizimlerle bilinen Guy Billout, 60’larda New York’ta yükselen grafik tasarımı anlattı.

Etrafımız markaların logolarıyla kaplı. Üstelik hepsi güzel de değil; malum, günümüzde reklamcılar 70’lerin New York’unda değiller… Ama kültüre sızacak “o grafik tasarımı” bulmaya çalışanların yakınındaki bir örnek hep aynı: I LOVE NY logosu. Milton Glaser’ın 1977’de Manhattan’da taksideyken yaptığı bu çizim, bugüne kadarki en başarılı reklam kampanyalarından biri olarak görülüyor. Üstelik bir markayı değil; şehri işaret ediyor. New York’un o zamanlarda artan suç oranıyla girdiği ‘Wild West’ halinden sıyrılmasının tarihteki sembolü, böylece bir grafik tasarım oluyor. Glaser’ın logosu, New York ile grafik tasarım arasında o yıllarda kurulan güçlü bağa da örnek teşkil ediyor. O dönemde New York’ta yalnızca ‘Mad Men’ profilinde reklamcılar söz konusu değil; pek çok grafik tasarımcı da şansını deneyebilmek için New York’a gidiyor. Guy Billout da 1969’da birkaç seneliğine New York’ta illüstratör olarak çalışmaya karar verenlerden. İlk görüştüğü kişilerden Milton Glaser, Billout’nın portfolyosunu New York dergisinde yayınladıktan sonra, bu birkaç senelik deneyim fikri, geçen yıllarla birlikte, ‘iki ülkeye ait olma’ haline dönüşüyor. New Yorker, Atlantic ve Wall Street Journal gibi yayınlara yaptığı çizimlerle Guy Billout, majör grafik tasarım sahnesinde önemli bir yer alıyor.

QP: İlk çiziminizi hatırlıyor musunuz?
Guy Billout: Aklıma ilk, babamın portresini yaptığım geliyor. Hatırladığım kadarıyla yedi yaşındaydım. Bir daha da onun portresini yapmayı denemedim.

QP: Neden?
GB: İlkokulda bir çizim yapmamı ve onu sahneye çıkıp sergilememi istemişlerdi çünkü fuarda babamla ilgili hikaye anlatıyordum. Ödevin verdiği göz korkusuyla babamla uzaktan yakından alakası olmayan bir portre çizdim; gözlük takmazdı ama ben çizime gözlük bile eklemiştim. Babam hiç yorum yapmasa da, ona ihanet etmişim gibi bir şüpheye kapıldım. Ve o çizimi de bir daha kimseye göstermedim.

QP: Çocukken en sevdiğiniz karikatür hangisiydi?
GB: En çok Hergé’nin Tintin’ini ve André Franquin’in Spirou’sunu severdim. Şimdi geriye baktığımda, bu çizgi romanların aldığım ilk sanatsal eğitim olduğunu düşünüyorum.

QP: Çizimlerinizdeki canlı renkler Hergé’nin bıraktığı bir iz mi?
GB: Kesinlikle, Hergé, etkisinde kaldığım ilk sanatçı. Ayrıca kendisi karikatür sanatçıları arasında bilhassa renklere dikkat eden yegane isimlerden. Sanat okulundayken parlak renkli posterleriyle Raymond Savignac’a da imrenirdim.

QP: Çizimlerinizde hep fark edilen o “hikaye anlatıcı” Guy Billout nüansının özü, karikatüre olan merakınızdan mı geliyor?
GB: Büyük ihtimalle çizgi romana olan tutkum illüstrasyonlarıma tesir etmiştir. Hiçbir zaman karikatür pratiğini denemediysem de, okuldaki “kahraman” bellediğim ilk isimler, poster sanatçıları ve karikatüristlerdi: Savignac, André François ve Ronald Searle… Bu sanatçılar, kurdukları dahiyane konseptlerin kolay anlaşılabilmesiyle ve dakikasında göze çarpan tanınmış çizim tarzlarıyla bilinirlerdi. Ben de aynı biçimde ilerlemek istedim. Öte yandan reklamcılarla çalışmak, okuyucunun dergiyi karıştırırken ilgisini kaybetmemesi konusunda, bana görsel yaratmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi.

QP: En çok etkilendiğiniz reklamlar hangileriydi?
GB: 80’lerdeki United Colors of Benetton ilanları çok başarılıydı. Ama 70’lerde Guy Bourdin’ın Charles Jourdan’ın ayakkabılarına çektiği reklam fotoğraflarının üzerine hiçbir şey gördüğümü sanmıyorum.

QP: Bugünün reklamlarını nasıl yorumluyorsunuz?
GB: Reklamcılığa yapacağım yorum, illüstrasyon alanıyla ilgili düşüncelerime paralel: Görseller -yeni teknolojiler sağolsun- çok iyi. Ancak kavramsal sürprizlerden yoksun. Benim öğretmenim olan Raymond Savignac yapmaya çalıştığını şöyle anlatırdı, “Sözel olmayan görsel fikirlerim, yanından hızla geçen bir motorcunun yavaşlamadan anlayabileceği türde olmalı.” Günümüzde bu eksik…

QP: Siz sanat okulunda öğrenciyken, Paris’teki sinematografiye Nouvelle Vague akımı hakimdi. Bu dönemde izledikleriniz sizce sanatınızı etkiledi mi?
GB: Grafik sanatçı olarak, doğrudan Nouvelle Vague’dan etkilendim mi, bilemiyorum. Ama hiç şüphesiz, Guy olarak, özellikle François Truffaut, Louis Malle, Claude Chabrol, Eric Rhomer ve Jean-Luc Godard’ın filmlerinden büyülendim. Açıkçası nasıl yaşayacağımı ve de kadınları nasıl anlayacağımı onlardan öğrendim.

QP: Mezun olunca reklam sektöründe çalıştınız ve ardından, 1969’da, Paris’ten New York’a taşındınız. 60’lardaki reklamcılık, Amerikan tarihinde önemli yer kaplıyor. Siz neler yaşamıştınız?
GB: Paris’te o zamanlar -ben de dahil olmak üzere- grafik tasarımcılar genellikle, Amerikan dergilerindeki reklamlara hayranlardı. Çünkü bazı ilanlar çok zekiceydi; mesela Volkswagen’in “Think Small” kampanyası. Bazıları da, dilin kullanımı açısından alışılmadık derecede esnek ve kısaydı. Benim Amerika’ya taşınmamdaki ilk niyetim de bu reklamları üreten ajanslarla çalışma fırsatı yakalamaktı.

QP: Haliyle çoğu yayıncı ve derginin olduğu New York’a gittiniz. Paris’ten sonra Manhattan sizi nasıl karşıladı?
GB: Ah, nihai hedefim Madison Avenue idi… Benim için esas zorluk, ‘illüstratör’ olmaya New York’a taşınmadan yalnızca birkaç hafta önce karar verdiğimden, o kısa süre içerisinde kendime portfolyo hazırlamaktı. Ama önceden bir yerde yayınlanmamış az sayıdaki çizimlerimi göstererek dahi iş bulabildim, Manhattan’ın beni karşılaması, aklıma, hayalime gelmeyecek türdendi. Bir veya iki yıl New York’ta kalırım diyordum; halen burdayım. Eğer korkularımdan bahsedecek olursak, tek çekincem, iki farklı ülkeye ait hissetmekti ve şimdi de öyle.

QP: Peki, yalnızlık bağlamında, yeni bir çevrede freelance çalışmak da zor muydu?
GB: İlk başta hiç çevrem yokken bile günlerimi kimseyi görmeden durmaksızın çalışarak geçirebiliyordum. Sonra evlenmek ve çizim dersi vermek de, freelance çalışma hayatının malum yalnızlık sıkıntısını hafifletti.

QP: İlk aldığınız illüstrasyon işi neydi?
GB: McCall’s dergisinin art direktörlüğünü yapan Bob Ciano’ya çizdiğim bir seriyi göstermiştim. Para almadım ama dergi o seriyi yayınladı. Teknik olarak konuşmak gerekirse o seri, Paris’te portfolyo hazırlamaya çalıştığım kısacık zamanda yaptığım 14 çizimden oluşuyordu. Bu seri New York dergisinde de sonraki aylarda yayınlandı. New York dergisinin art direktörü de Milton Glaser idi.

QP: Yaparken çok duygulandığınızı hatırladığınız çiziminiz var mı?
GB: Milton Glaser’ın benden ilk istediği çizim. Dergisinde portfolyomu yayınlarken yeni bir çizim de yapmamı istemişti. Ve işte o illüstrasyon tam anlamıyla beni anlatıyordu: Paris’te ve New York’ta olmak üzere iki Özgürlük Anıtı ile birlikte gözüken Guy. Buna ilaveten, Atlantic dergisine iki ayda bir yaptığım herhangi bir illüstrasyonu da duygusal sayabilirim. Zira aramızdaki alışılmadık bir iş anlaşmasıydı, sınırsız özgürlüğe sahiptim. Dolayısıyla da Atlantic’e 24 sene boyunca çizim yaptım.

QP: Bunca yılda çalışma alanınızda benimsediğiniz bir ritüel var mı?
GB: Bir keresinde verdiğim bir röportajda çalışma alanım “karmakarışık” diye tarif edilmişti. İlk gördüğümde çok şaşırmıştım. Ama zamanla hak verdim, bugün de durum aynı. Bu yüzden tek ritüelim oyalanmak olabilir.