NEVZAT SAYIN
Mimaride ‘epik mekan’ diye bir tanım olmasa da
Nevzat Sayın’ın Bertolt Brecht’ten ödünç alarak kullandığı bu söylemle ‘yer’in fısıltısından başlayıp maneviyat fazına doğru ilerleyebiliriz.
Sohbeti üretim süreçlerinizle açmak istiyorum; bir projeye nasıl başlarsınız?
Başlangıç noktam karmaşıktır. Her konu, belirli bir reçetesi olmadan beraberinde getirdiği bir formül içeriyor. Konu geldiğinde paket olarak o formül de içinde geliyor. ‘İşe vaziyet planından, çevresinden, içinden, malzemesinden, toplumsal alışkanlıklardan başlamalısın’ türünden kulağıma birileri bir şeyler fısıldıyor gibi… Fakat bütün bu kriterleri yan yana dizip bir matris oluşturabilseydik benim için en önemlisi coğrafya olurdu. Ben ‘yer’den başlıyorum ve ‘yer’le de bitiriyorum. Moneo’nun ‘yerin fısıltısı’ diye tabir ettiği gibi; aslında ilhamdan da öte, biri size ne yapmanız gerektiğini söylüyor sanki.
Projelerinizde başkalarını mı anlatmaya çalışırsınız yoksa karakteristiğiniz mi ağır basar? Bir başka deyişle sizce ‘mimarsız mimarlık’ diye bir denge var mıdır?
Benim ve onun olan arasındaki denge üzerine epeyce kafa yorduğumu söyleyebilirim. İlk başlarda bu dengenin farkında değildim ama zamanla etrafıma dikkatlice bakmamın iyi olduğunu öğrendim. Benim ve onun olan arasındaki çekişme en spesifik nerede ortaya çıkabilir? Elbette evde. Birinin evini projelendiriyorsun; peki o ev senin mi, onun mu? Bence her ikimizin de… Hatta bazılarında daha çok benim… Hala zaman zaman mesafemi kaybettiğimi itiraf etmeliyim; zorla ayrıldığım evler olabiliyor.
O evlerde kendi isteklerinizi mi diretiyorsunuz yani?
Hem evet hem hayır. Bir keresinde yaklaşık 700 metrekarelik bir ev projesi üzerinde çalışıyordum. Fakat yatak odasının olduğu bölümü çözememiştim. Hakan Ezer’i aradım ve ‘Bir evle uğraşıyorum; yatak odasının kapısının dışı benim, kapının iç yüzeyinden itibaren senin’ dedim. Proje bittiğinde yatak odasının evin geneliyle doğrudan bir ilişkisi yoktu ama
tam istedikleri gibi olmuştu çünkü ben ne istendiğini bulamamıştım.
Verdiğiniz örnek sıklıkla rastladığımız bir işbirliği değil aslında.
Ben birlikte çalışmaya çok yatkınım; daha doğrusu birlikte çalışmayı seviyorum. Hatta bana benzemeyen insanlarla çalışmayı daha çok seviyorum. Birbirimizle uğraşmadığımız sürece olay ortada duran işse eğer ve karşımdaki de işe benim kadar değer veriyorsa o
kişi benim için hep çok kıymetlidir. Çünkü böyle bir ortakla yapacağınız tartışmalar sonucunda uzlaşacağınız noktaya varabiliyorsunuz. Bu noktaya ulaşmak bazen geri adım atmayı, bazen de hamle yapmayı gerektirebiliyor. Ama her halükarda bir işin beraber nasıl yapılabileceğini bulmaya çalışmak çok güzel tasarım konuları ortaya çıkartıyor.
Zıtlıkları seviyor musunuz? Mesela çok modern bir yapıyı 19. yüzyıldan bir eser tamamlayabilir mi? Yani ‘uyum’ Nevzat Sayın’a göre nasıl doğar?
Ben ‘eski yapılar eski yapılarla, yeni yapılar yenilerle uyumlu bir biçimde tamamlanır’ gibi kuralları dikkate almıyorum. Hatta tam tersine daha yakınım. Dolayısıyla bence benzerliklerle olduğu gibi zıtlıklarla da harika uyumlar yakalanabiliyor. Çünkü önceden var olanın yanına koyduğunuz aykırı yeni, kuvvetli ve yanındakini hesaba katan bir tasarımsa kendi varlığını çok daha iyi hissettiriyor; yanındakini de bir o kadar ortaya çıkartıyor. Bana göre bu noktada tek kriter zamanın ruhunu yansıtabilmek. 19. yüzyılda yaratılan bir yapı o dönemin ruhunu nasıl sadakatle yaşatıyorsa, bugün yapılan da günümüzün anlayışını yansıtmalı.
Sizin fikirlerini takip ettiğiniz ve bir de abartıldığını düşündüğünüz mimarlar kimler?
David Chipperfield’ın yaptıklarını çok önemsiyorum; anonim sayılabilecek olan bir tutumu kendine has kılmayı becererek sürdürebiliyor ve her seferinde ‘başka bir şey’ yapma telaşına kapılmadan birbirinin içinden çıkan tasarımlarla uğraşabiliyor. Abartıldığını düşündüğüm isim ise Frank Gehry. Birkaç yapısının bazı yapım aşamalarını bizzat gördüm ve Los Angeles’taki sanat merkezi bunlardan biriydi. O cephenin elde edilebilmesi için gösterilen çabanın inanılmaz ve bir o kadar da gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ve çok da anlamlı bulmuyorum. Zira yapı tamamlandıktan sonra etraftaki binalar, titanyumdan yansıyan ışıktan rahatsız oldukları için mimariye sonradan birçok müdahalede bulunmaları gerekti. New York yakınlarındaki Hudson Nehri’nin kenarında bulunan Simon’s Rock College’taki konser salonunu gördüğümde de gözlerime inanamamıştım. Çünkü balkonun ilk üç sırasından sahneyi göremiyorsunuz. Bunun üzerine ne konuşabiliriz ki? Gehry’de takıntının biraz fazla biçimsel olduğunu düşünüyorum. Bir sanat merkezi veya müze yaparken mimarın rol çalıp en büyük sanat eserini kendisinin yapmaya çabalamasını düşündürüyor bana.
Burada fonksiyonellikten ziyade formu öne çıkarmaktan mı söz ediyoruz?
Formun da bir işlevi olabilir. Hatta biçim başlı başına bir fonksiyon olabilir. O yüzden bu fonksiyonellik-form kıyasına takılmıyorum. Sorunuza Gehry’nin başka bir diğer projesi Fondation Louis Vuitton ile cevap vereceğim. Bina, tertemiz prizmatik bir yapının üzerine
kondurulmuş çatı örtüsünden oluşuyor. İçeride sanat eserleri sergilendiği için olabildiğince nötr ve eserle izleyici arasına girmeyecek bir kurulum gerekiyor ama bu kez dışarıyı başka türlü bir performans alanı olarak düşünüyorsunuz. O kabuklar da bu konuda size yardım ediyor -ki gayet başarılılar. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Fakat yapıya girince kaotik
bir hal ve nereye gideceğiniz sorunu ortaya çıkıyor. Köşede bir lokanta, öteki tarafta
satış yeri, galeriler… Belli ki yine asıl konu olan ‘kıvrımlı kabuklar’ın bir kısmı aceleye gelmiş.
Günümüzdeki mimari normlar nedir o halde? Neufert kitabı hala geçerli bir kılavuz mu mesela?
Geçerli ama yenilenmesi gereken noktaları olduğu söylenebilir. Mimarlık o kadar enteresan ki, yıllarca normlarını koruyabiliyor. Yaşadığı değişiklikler çok küçük ölçüde. Mısır Piramitleri ile bugün yaratılan yapılar arasında bence daha hız dışında tematik olarak çok derin bir ayrım yok. Ama elbette hastaneler, yollar, taşıtlar, otoparklar, mutfaklar, büyük işletmelerin self-service restoranları, sanat ve performans alanları gibi Neufert’e girmesi gereken çok şey konuşulabilir artık.
Bir şehrin kültürel dokusunu anlayabilmek için öncelikle nereye bakmalıyız o halde?
Sokağa çünkü en iyi veri orada yani araçların, insanların olduğu, alışverişlerin ya da aylak gezintilerin yapıldığı yerlerde… Şehrin kamusal alanının neresi olduğu hep çok tartışılır ya, bence sokak tam olarak bunun ifadesini bulduğu yer. Tabii cadde olup bu özelliği taşıyan yerler daha da önemli. Örneğin İstiklal Caddesi, İstanbul’un kalbi gibi görünüyor ve herkesi bir köşesinde barındırabiliyor.
İstanbul’un özeti İstiklal Caddesi mi size göre?
Büyük ölçüde evet ama yine de birkaç bölgeye birden bakmak gerekiyor -ki bu, metropollerin yapısal bir problemi ya da niteliği. O nedenle İstiklal Caddesi ile birlikte Nişantaşı, Beşiktaş, Bebek, Gaziosmanpaşa, Bahariye Caddesi ve Bağdat Caddesi’ne de bakıp ancak bir sonuç çıkarabiliriz. Ama benden İstanbul’u anlatmak için sadece bir yer seçmemi isteseydiniz, İstiklal derdim.
Bu şekilde genel hatlarına bakınca hayranlık duyduğunuz başka şehirler var mı?
Kuzey’de Amsterdam, Güney’de Barcelona. Her ikisi de cüsselerinden umulmayacak kadar planlı, programlı ve gelecekçi. Öte yandan geriye dönük yüzleriyle de süreklilik taşıyarak bugüne gelen şehirler. Dolayısıyla bu ikisinin bileşkesinden ilginç bir şehir morfolojisi ortaya çıkıyor. Bu da nüfuslarıyla ya da hacimleriyle dünya şehirleriyle baş edemeyecek gibi görünmelerine rağmen pekala dünya şehirleri klasmanına girmelerini sağlıyor. Amsterdam ve
Barcelona’nın nasıl şehirler olacaklarına, nasıl hisler taşıyacaklarına ve nasıl yapılanmalara sahip olacaklarına dair 100 yıllık çok sıkı programları var. Hem bu kaskatı bir planlama
biçimi de değil; geriye dönüşlerini de taşıyabilecek sağlam bir omurga yalnızca.
100 yıllık plan yapabilmek nüfus azlığının bir avantajı mı?
Nüfus azlığı planlama açısından çok önemli bir parametre. Nüfus çokluğu ise başa bela… Mesela ilk sorunuza geri dönüp ‘New York’u neresi özetler?’ diye düşündüğümüzde tıpkı İstanbul gibi birbirine benzemeyen pek çok yerle karşılaşırız. Tekinsiz bölgeler de vardır, herkesin gidebileceği yerler de. Manhattan en çok New York olan yer. Ama Amsterdam ve Barcelona tuhaf bir şekilde bu kendilerine has olma halini modern de olsa, geleneksel de olsa bünyelerinde çok iyi taşıyorlar. Yani demek istediğim birçok şehrin aksine, Amsterdam veya Barcelona’da herhangi bir mahalledeyken ‘başka bir şehirde gibiyim’ hissine kapılmazsınız.
İstanbul’da nüfus kaç milyon olsaydı 100 yıllık bir planlama yapılabilirdi?
Hiçbir zaman yapılamazdı. Çünkü her şeyden önce burada planlamanın bir gereklilik olduğu düşünülmüyor. İstanbul’un bir imar planı olmadığını, mevzi imar planlarıyla büyüyen bir şehirde yaşadığımızı biliyor muydunuz?
Sanırım coğrafya olarak modern ve geleneksel arasında kafamız bugün bile o yüzden hala karışık.
Gözünüzü biraz kısıp baktığınızda modern gibi görünüyor. Fakat ‘modern’ dediğiniz şey o gördüğünüz mü, belli değil… Üstelik İstanbul’un kendine has ve ayırıcı ögeleri zaten geleneksel: Boğaz kıyısı, tarihi yarımada, Topkapı Sarayı vs. Modern yüzüyle de kendine has bir özelliği yok. O yüzden karmakarışık bir şehir olduğunu söylemek daha doğru.
Bir de bugün şehirdeki bir binada çoğumuz için yapının tasarımından ziyade mimarın kontrolünde olmayan ışık, ekoloji, iklim, mahalle gibi unsurlar daha fazla önem arz edebiliyor.
Açıkçası ben saydıklarınızın mimarın kontrolünde olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bence bunlar tasarımın olağan parametreleri. İyi bir yapı yaratmak istiyorsanız güneşin nereden doğup nereden battığını; yapının nereye doğru baktığını; baktığınız yönün aslında problemli bir yer olup olmadığını bulmalısınız. Diyelim ki manzaranın olduğu taraftan rüzgar geliyor; o sorunla nasıl başa çıkılacağını bilmelisiniz. İyi mimarlık dediğimiz zaman zaten bu sorunların da iyi çözüldüğü yapılardan
bahsediyoruz.
Aklıma Nişantaşı’nda tarihi binaların karşısında konuşlanan Milli Reasürans Pasajı geldi. Çözüm bağlamında bu bina hakkında ne düşünüyorsunuz?
Maçka Caddesi’ne bakan cephesinin büyük bir açıklıkla caddeyi içeri alıp yüksek platformun caddeye paralel bir meydan haline dönüştürülmesi çok iyi fikir. Tabii öyle kullanılıp kullanılmadığı ayrı bir konu… Ayrıca Abdi İpekçi tarafındaki iki girişini de kentsel ve mekansal özellikleri açısından doğru buluyorum. Alt katta Patika Kitabevi’nin, yukarıda Kantin’in ve Touchdown’un orada kendilerine bir yer bulmuş olmaları da bunu destekliyor… Milli Reasürans Pasajı kentsel mekan olanakları açısından iyi bir altyapıya sahip.
İstanbul’da en sevdiğiniz mahalle neresi?
Burası yani Kuzguncuk, hiç şüphesiz İstanbul’un en sevdiğim yeri. Kuzguncuk’a ilk kez Cengiz Bektaş ile çalışmak için gelmiştim ama sonra 1984’te kendi başıma kaldığımda da burada olmaya karar verdim. Bebek, İstiklal Caddesi, Çiftehavuzlar, Suadiye gibi semtleri denedikten sonra yaşamak için de buraya döndüm.
Tek başınıza çalışmaya başladıktan sonra nasıl bir üretim sürecine girdiniz?
Cengiz Bektaş ile çalışmayı bırakınca iki yıl mimarlık adına hiçbir şey yapmamıştım. Fotoğraf çektim, antik kentleri gezdim, daldım; paramı da fotoğrafçılıktan kazandım.
Ne tür fotoğrafçılıktan bahsediyoruz?
Öğrenciliğimden beri yaptığım bir iş vardı: Büyük boyutlu fotoğraflar üretmek. Emlak Bankası’nın şubelerinin gişe arkası duvarlarını -bulundukları semte bağlı olarak- mahalledeki eski evlerin, bankanın yeni yaptırdığı evlerle birlikte göründüğü fotoğraf kompozisyonları bu çalışmalara bir örnek.
NESNE BİRİKTİRME MOTİVASYONU
Koleksiyon yapma merakınız var mı?
Koleksiyon denebilir mi bilemiyorum ama bir tür biriktirme merakım var. Biriktirmek; bir şey bulunca ona benzeyen şeyleri yanına eklemek, onları bir bütünlüğün parçaları olarak görmek, sonra da o parçaların bir arada oluşturduğu şeyden yola çıkarak nesnenin kendisi hakkında bir üst karara varabilmek için iyi bir yol. Sanat nesneleri, el aletleri, bıçaklar, kalemler ve saatler de böyle bir konu. Aslında sadece bir saate ihtiyacınız var ama o da tek başına kalamıyor.