MERAK MOLEKÜLLERİNİN PEŞİNDE
Sonbaharın en görkemli aylarından Kasım, dünyanın en önemli kadın bilim insanlarından kimyager ve fizikçi Marie Curie’nin de 152’nci doğum gününü bize hatırlatıyor.
Yazı: Hümeyra Pamuk
Polonya doğumlu Curie, hayatı boyunca radyoaktivite üzerine çalışmış, bu konuda çığır açan keşiflere imza atmış ve bu devrimsel nitelikteki başarılarıyla Nobel ödülünü hem ilk defa, hem de iki defa alan tek kadın olma özelliğine sahip. Kendisi aynı zamanda, bu ödüle farklı iki alanda layık görülen tek bilim insanı olarak da tarihe geçmiş. Bir kadın olarak dünya bilim ve akademi tarihinde başardığı ‘ilk’lerin listesi de, Nobel ödülleriyle sınırlı değil.
Curie aynı zamanda benim için merak duygusunun vücuda gelmiş en iyi örneği. Onu, en yakın çalışma arkadaşı olan eşiyle birlikte, kulübeden bozma laboratuvarlarında, deney tüplerinin arasında -farkında olmadan yüksek dozda radyoaktiviteye de maruz kalarak- zaman mefhumunu yitirmiş bir şekilde çalışırken hayal ediyorum. Ve düşünüyorum; bir insana, hele de cinsiyet ayrımcılığının bugünküne kıyasla çok daha yaygın ve toplumsal bir norm olarak görüldüğü bir dönemde bir kadına, kendisine dikte edilen konfor alanında kalmak varken, başkalarının henüz hayal bile edemediği bir şeyi icat etme motivasyonunu veren nedir?
Sorumun cevabını Curie’nin kendisinden alma ihtimalim yok ama biliyorum ki, onun bu seçiminin tetikleyicisi benim de kendi hayatımın sihirli kelimesi: Merak.
Hayata, yeni insanlara, yeni deneyimlere, yeni bilgiye, yeni yerlere, yeni mutluluklara, mutlulukların beraberinde gelen üzüntülere ve hayatın bu iyi, kötü, çirkin arasında hızla savrulup duran zenginliği içinde yeni olan her şeye duyulan sonsuz, heyecanlı bir açlık. Bu tutku dolu merak duygusunun, çocukluğumuzdan itibaren bir şekilde içimizde yeşerdiğini ve bizi, yerimizde saymamamız, ilerlememiz, evrilmemiz için ittirdiğini hatta bazen zorladığını düşünürüm hep. Curie’nin de işte bu, ‘kendinden başka bir şey yaratma’ güdüsüyle hareket ettiğini hayal ediyorum.
Onun bu duygusu, aynı zamanda bana İngiliz filozof John Locke’un ‘tabula rasa’ kavramını yorumlayışını da hatırlatıyor. İnsan zihninin doğduğu zaman adeta boş bir kanvas gibi olduğunu söyleyen Locke için deneyimlerimiz, aklın karanlık odalarını aydınlatan bir ışık; hayatımız boyunca edinebileceğimiz tüm bilgi birikimi de deneyimlerimizle doğru orantılı. Boş bir kanvastan bilgiye ulaşma arzusunu irdelediğimde, karşıma gene merak çıkıyor.
Bu vesileyle enerjisini meraktan alan ve bazısı devrim niteliğinde, bazısı daha pratik icatlarıyla hayatımıza katkı sağlamış başka kadınları hatırlıyorum…
Yazının devamını QP Women No:4’de 36. sayfadan itibaren okuyabilirsiniz.