DESTİNASYON: KYOTO& OSAKA
Alıştıkları gören ve benimseyen gözlerin kocaman açılmasına sebep olan Osaka ve Kyoto’yu tapınakları, film setini andıran gurme adresleri ve kutsal inanışlarıyla Zuhal Toksöz anlatıyor.
Gelenekler şehri Kyoto’da, başka bir deyişle Japon kültürünü en yakından tanıyabileceğiniz yerdeyiz… 300 sene boyunca ülkeye başkentlik yapmış, yorulmuş ve emekli olmuş; şimdilerde ise geçmişinde biriktirdiği kültür mirasını ziyaretçileriyle cömertçe paylaşıyor Kyoto. Onu keşfetmeye de gezmesi en az iki saat süren, adını pirinç tanrısı Inari’den alan, 10.000 tori kapısıyla ünlü, yapımının 711 senesinde başlandığı düşünülen, gördüğüm en farklı ve dilek kapılarıyla bambaşka bir spiritüel havaya bürünen ve büründüren Fushimi Inari Taisha Tapınağı’ndan başlıyoruz. Daha sonra altından geçen suyun kutsal olduğuna inanılan, diğer tapınakların aksine oldukça gürültülü, kaotik, biraz da ticari Kiyomizu-dera. Girişteki gördüğüm yapıların parlak renkleri güneşli bir günde insanın gözünü kamaştıracak cinsten ve hemen arkasındaki pagodayı da geçtikten sonra Jishu-jinja’ya ulaşıp zaten kamaşmış gözlerime inanamıyorum. Zira aşağısı uçurum olan iki taşın arasında gözleri kapalı yürümeye çalışan gençleri görüyorum… Ne yaptıklarını sorduğumda da buradan başarıyla geçenlerin çok mutlu bir aşk hayatına sahip olduğuna inanıldığını ve geçen sene buradan tam 37 kişinin düştüğünü öğrenip yoluma devam ediyorum.
Sırada iç içe geçmiş ve bu durumdan çok memnun görünen bir kale, süslü mü süslü bir saray ve Zen bahçeleriyle çevrelenmiş Nijo Kalesi var. Burada ilgimi en çok çeken ise ahşap zemin üzerinde yürüdükçe duyduğum ve kuş sesi sandığım, bir nevi yüzyıl öncesinin CCTV’si olan, Shogun’ların içeri biri girdiğinde herkesin duyup tetikte olması için yaptırdığı tahta altındaki ilkel fakat çok etkili zil sistemi. Yürüdükçe içinizi kaplayan huzur aslında bir tehlike habercisi görevini üstleniyor. Kyoto’daki son tapınak durağımız Zen inancına göre inşa edilmiş, her katı farklı stilde tasarlanmış, yemyeşil bir doğanın ve gölün ortasına kondurulmuş ihtişamlı bir altın gerdanlığı andıran Kinkakuji (Golden Pavilion).
Günü Kyoto’nun geleneksel mahallesi olan bir zamanlar geyşaların (artık sayıları yok denecek kadar az) fink attığı, şu anda ise orta bütçeli bir film setini andıran, şahane Kaiseki (1600’lerden günümüze ulaşan bu Kyoto mutfağı seremonisi taze malzemelerin tadını öne çıkarmasıyla ünlenmiş) restoranlarına ev sahipliği yapan Gion’da geçiriyoruz. Yemek konusunda çıtayı hiç düşürmeyen Japonya’da, o sırada gastronomi açısından doruk noktasında olduğumuzu düşünürken daha enfes bir yerde yerken buluyoruz kendimizi. Öğle yemeği için tavsiyem, Jiki Miyazawa; akşam ise Kyoto’nun üç Michelin yıldızlı Kaiseki restorani Nakamura. Altını çizmeye gerek yok: Rezervasyon şart, restoranda ayakkabılarınızı çıkarmanız ve sükuneti bozmamanız gerekiyor! Unutmadan, biz konaklamada Kamo Nehri’nin kıyısında konumlanan, dingin manzaraya ve merkezi lokasyona sahip olan Ritz Carlton Kyoto’yu tercih ettik. Fakat Japonya seyahatinizde daha önce kalmadıysanız ilk tercihiniz Ryokan olmalı.
Kyoto, beklentilerinizin ötesine çıkacak büyüleyici bir kent. Öyle ki eski şehir Gion’da yürümek (ki ben nefes aldırmayan kimonomla yürüme gafletinde bulundum), yüzyıllar öncesine ait hayallere doğru bir yolculuk gibi. Ertesi gün Kyoto’ya bir saat mesafede olan eski başkent Nara’ya yol almamızın bir nedeni vardı: Dünyanın en büyük Buddha heykeli ve okulunu barındıran, dünyanın en geniş ölçekli ahşap yapısı, bahçesinde yüzlerce vahşi -fakat turistlere alışmış- geyiğe ev sahipliği yapan Todaji Tapınağı. Kyoto’ya zor da olsa veda edip bir saatlik Nara yoluna ikna olmak sonuçta bizi UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bir hazineyle buluşturdu ve aslında Kyoto’nun ne kadar cömert bir şehir olduğunu bir kez daha gösterdi. Benim Nara turum dört saate sığdı ancak siz diğer yedi tapınağı görmek isterseniz, bir gününüzü rahatlıkla burada geçirebilirsiniz.
Zira o sırada Japonya’nın ikinci büyük şehri Osaka beni bekliyor… Namı diğer gökdelen ve tapınakların bir arada yaşadığı, ‘büyük bayır’ anlamını taşıyan, ‘ülkenin mutfağı’ olarak da anılan gurme kent. İlk destinasyon ise otelimiz New Otani’nin tam karşısında, 16. yüzyıldan günümüze gelmenin haklı gururuyla el sallayan Osaka Kalesi. Ardından 593 senesinde, Prens Shotoku’nun üç Koreli marangoza yaptırdığı Shitennoji Tapınağı’na gitmeye karar veriyorum. Kore’de sık sık karşılaştığım, Japonya’da ise hiç rastlamadığım renkler ve mimari tarz ile karşılaşıyorum. Ve sonra öğreniyorum ki Prens Shotoku henüz bu din yaygın değilken, Budist olmaya karar verdiği için ülkenin ilk Budist tapınağını sahsına mahsus yaptırıyor. Daha önce ona benzer bir yapı olmaması, ortaya biraz prensin istekleri, biraz Korelilerin hayal gücü ile biraz karışık bir tapınak çıkarmış. Ki Shitennoji tam da bu yüzden güzel! Öğle yemeğini şiddetle tavsiye edeceğim et restoranı Matsusakagyu Yakiniku’da yiyoruz. Burada ülkenin yedi bölgesinden gelen farklı etleri, önümüzde pişirip Sake ile eşleştirirken mümkün olduğunca enerji topladım. Zira son durağım, enerjimi son damlasına kadar harcayacağım 2001’de açılan, 2005’te Goldman Sachs’ın çoğu hissesini satın aldığı, California’da yaşarken benim için bir nevi tapınak olan ve bana hayatı unutturan Universal Studios!
Ve kaçınılmaz son geldi; dönme vakti. Osaka St Regis’in meşhur barında şehri kuşbakışı izleyerek veda ettim Japonya’ya! Kısa, kibar, sert, saygılı ama minnettar bir vedaydı bu; tıpkı Tokyo’nun mezatlarında balıkçılardan öğrendiğim gibi. Hep hayallerimi süsleyen bir yer olduğu için gerçekleri görünce bunların birer birer yıkılacağını düşünmüştüm ama yanılmışım. Japonya, alıştığını gören ve benimseyen gözlerimi kocaman açmama sebep oldu; kendimi, toplumumu nedenleriyle sorgulamaya, sosyolojik çıkarımlar yapmaya itti. Gezerken düşündürdü, eğlendirirken huzur verdi, doyururken öğretti. “Japonya hangi ülkeye benziyor?” diye düşünürken farkına vardım ki başka hiçbir yerle aynı değil ama bana birini anımsatıyor, hem de hayatta en sevdiğim insanı. Bana vizyon katan, zarif ellerini uzatan, saygıyla eğilen, eğilmeye yönelten, imrendiren, sarıp sarmalama hissi uyandırırken yeri geldiğinde “dur” diyebilen ve empatiyle yaklaşmanın insanı nasıl zenginleştirdiğini kanıtlayan birini… Yeni bir insan kazanmışçasına mutlu olup misler gibi temiz bu yeni dostuma veda etmiyorum. Sadece onu ziyaret etmenin tatmini ile değil; tekrar görüşeceğimizi bilmenin mutluluk ve hevesiyle kendisine veda ediyorum.