BİR KATALOGUN İZİNDE
Beran Toksöz, 33’ten -1°C dereceye inen hava durumunda bile İsviçre’nin programsız bir road trip’i bile kolaylaştırabilecek kadar düzenli bir ülke olduğundan emin. Dergide kaçıranlar için seyahati günlere bölerek kısaca özetlemek istedik.
Wengen’deki Falken Hotel’de broşür toplama merakım sayesinde karşılaştığım ‘Swiss Historic Hotels’ kitapçığıyla daha önceden belirlediğim (Mürren, Fafleralp, Champery) seyahat rotamı değiştirip 5 günde 5 tarihi otel temalı road trip’i gerçekleştirdim. Programsızlık beni ilk defa İsviçre’de cezbetti.
1.gün: Hotel Falken, Wengen
Wengen’i İsviçre’nin ilk yürüyüş, tırmanış ve kayak merkezlerinden biri olarak duymuştum. Böyle tarihi bir bölgenin hakkını, aynı derecede köklü bir otelde kalarak vereceğimi düşünüp, araştırmaya koyuldum. Sonuç beni Hotel Falken’e götürdü. Pembe mobilyaları ve misafir popülasyonunun yaş ortalamasını saymazsak, burayı sevimli bir tarihi otel olarak hayal edebilirsiniz. 1895’te inşa edilen Falken deneyimi, ilk başta büyükannenizin evinde tatil yapmaya benziyor. Ama öte yandan bu faktörün verdiği huzur da var. Tabii bende nükseden huzurun bir sebebi de hava sıcaklığının 15 dereceye inişiyle gelmiş olabilir. Bu da soğuğun cazibesine iyiden iyiye kapılıp -ki bu durumun karar mekanizmamı daha da etkilediğini birazdan anlayacaksınız- daha da yukarı, Kleine Scheidegg’e çıkmaya karar verdim. Ve bir de, yolculuğumun temasını İsviçre’nin tarihi otellerine çevirmeye…
2.gün: Bellevue des Alpes, Kleine Scheidegg
Sabah Wengen-Lauterbrunnen arası yürüyüş yaptıktan sonra Kleine Scheidegg’e ulaştım. Tren istasyonunun yanında tek bir otel var, daha doğrusu şöyle ifade edeyim, o durakta indiğinizde kalabileceğiniz tek bir yer var: Bellevue des Alpes. Ama adı üzerinde olan 1840’ta “Zur Gemse” adıyla Christian Seiler tarafından kurulan bu otel, yanı başındaki kadim komşusu istasyondan bile daha uzun zamandır orada. Bellevue des Alpes’te geçirdiğim gecenin ardından sabah uyandığımda her yeri kar kaplamıştı. Otel çalışanlarının söylediklerine göre 1 Eylül’de bu kadar kara çok uzun zamandır rastlanmıyormuş. 1920’lerde özellikle İngiliz kayakçıların gözdesi olan otel, bana kışın nasıl olduğunu göstermek istiyor gibiydi. Sevmedim desem yalan olur, ama bir gece daha kalmayı iptal ettiğim de doğru… Londralı Tatler muhabirlerinin üç hafta kayak tatili yaptığı zamanlara, 20’lere bırakarak Bellevue des Alpes geleneğini, tekrar Lauterbrunnen’de direksiyon başına geçtim.
3.gün: Grimselpass, Hotel Grimsel Hospiz
Grimselpass’a vardığımda da beni 2 metre uzağı göremeyecek kadar sisli bir meteoroloji bekliyordu. Fakat sislerin ardında kırmızı panjurlarıyla Hotel Grimsel Hospiz daha da ilgi çekici duruyordu. Set gibi gözüken bu rüzgarlı ve kayalıklı bölgede yaptığım yürüyüşlerden ziyade, Grimsel Hospiz’in unutamayacağım farkı, modern ve tarihi dokuyu harmanlayışındaki başarıydı. Tradisyonel yemek tarifi Alplermakronen’i dahi hiç değiştirmemiş ama bir şekilde gayet modernleştirebilmişti. Avrupa’da elektrikle ısınan ilk otel olarak tarihte yer alan Grimsel Hospiz, İsviçre’nin ilk konuk evlerinden, 1142’de bile kullanılıyormuş. Yıl dönümü kutlamak onlar için piyasanın aksine zor bir marketing aracı olsa gerek… Ama ihtiyaçları olduğunu da zannetmiyorum; sene boyunca kayağın dışında pek çok farklı aktivite düzenleyecek kadar bu işte iyiler. Ya da iyi bir doğada konuşlanıyorlar mı demeliydim? Zira biraz hızlı olsa dünyanın en korkutucu roller-coaster’ı sayılabilecek Gelmerbahn füniküleri ve 100 metre yükseklik ve 170 metre uzunluktaki incecik Triftbrücke köprüsü de Grimselwelt’te, Grimsel Hospiz’in komşu atraksiyonları olarak ikamet ediyor.
4.gün: Chesa Salis, Bever
Otelcilik günlüğümde bir sonraki destinasyon, bu kez İtalya sınırı yakınlarındaydı. Oberalpass ve Albulapass’ı geçerek vardığım Bever’i, St. Moritz yakınları olarak da aklınızda tutabilirsiniz. Ama St. Moritz’in kozmopolit mood’unun tam aksine, Bever çok daha lokal ve korunmuş bir kasaba. Alpler’deki otellerin yalnızlığından sonra Engadin bölgesine komşuluk hakim. Her kasabada binaların üzerine kazınarak çizilen motifler var, bunlara “sgraffito” deniyor. Rönesans’ta popülerleşen sgraffito’nun yapımı esasen sıva ile kaplanarak yapılan desenlerden daha kolay ve ucuz. Bu da türlü sgraffito’lara Engadin’de her yerde rastlayabilmenizi sağlıyor. 600 senelik evler, insanı hayrete düşürüyor. Benim kaldığım Chesa Salis de, Bever’deki en süslü binaydı diyebilirim. 16. yüzyılın sonunda yapılmış bir çiftlik evi olan Chesa Salis’in sahipleri Moeli ailesiymiş. Bergamo’da yaşayan aile yazlarını Bever’de geçiriyormuş. 1877’de Engadin bölgesinin varlıklı ailelerinden Rudolf von Salis-Muralt evi satın almış ve 6 sene sonra da çiftliği muazzam bir eve dönüştürmüş. Görkemli sgraffito’lar da Rudolf’un fikri anlayacağınız. Chalet havasını biraz da Güney sıcaklığıyla birleştiren Chesa Salis, 1982’den beri otel olarak hizmet veriyor ve 2006’dan beri de tarihi bir İsviçre oteli olarak kabul görüyor.
5.gün: Kurhaus Hotel, Bergün
Şaşkınlığımı Punt Muragl’da bırakmadan, Bergün’e geçtim. Bergün, Bever’e giderken gördüğüm bir kasabaydı, aklımda kaldığı için son gecemi Bergün’deki Kurhaus Hotel’de geçirmek isteyip tekrar aynı yolu dönmüş oldum. Ama karlarla kaplı 2.300 metre yüksekliğindeki Albulapass’a tırmanan yolların tadını bu kez açan Güneş sayesinde sonuna kadar çıkardığım için değdi. Gördüğünüz gibi yazının başında bahsettiğim anlık karar vermenin hakkını vermişim. Kurhaus Bergün de İsviçre’nin bir diğer tarihi cevheri, art nouveau akımını benimseyen mimarisi, kurulduğu 1906 yılından beri aynı olan salonların isim levhalarında bile korunmuş: Ama “Damme Salon” bugün kütüphane olarak kullanılıyor.