Bhutan: Gayrİ Safİ MİLLİ Mutluluk Krallığı
Seyahat planları yaparken, ne zaman ki Uzak Doğu ya da Asya ülkelerinden birine gitmeyi düşünsem, aklıma gelenler mütemadiyen Tayland, Filipinler ya da Kamboçya olmuştur, ve nedense Bhutan bu listeye hiçbir zaman dahil olmamıştır; ta ki gayri safi milli mutluluk (bu ufacık krallığın refah ve gelişmişlik düzeyini ölçerken kullandığı kriter) konusunda bir makale okuyana dek. Yazı Cenap İlgün
Çeşitli otel ve tur opsiyonlarını araştırmaya başladığımda, bunun son derece özel ve aynı zamanda da pahalı bir yolculuk olacağını fark ettim. İlk öğrendiklerim şunlar oldu: Bhutan dünyanın en küçük ülkelerinden biri olup, dünyanın en büyük ülkelerinden Çin ve Hindistan’ın arasında yer alıyordu, hiçbir zaman işgal edilmemiş ve başka bir ülkenin sömürgesi olmamıştı. Bhutan’a ilk gidişim olacağından çok da alışılagelmedik bir rota izlememeyi seçtim ve genelde herkesin tercih ettiği batıdaki bölgeleri ziyaret etmeye karar verdim: Paro, Thimphu ve Punakha’ya gidecektim. Ülkenin doğusu ise dokunulmamış, turist akınına uğramamış ve kesinlikle yabancıların etkisi altına girmemiş olmasıyla biliniyordu.
Bu eşsiz destinasyonun bazı farklı kuralları da olduğunu belirtmeliyim. İlk olarak tüm yabancı turistler ülkeye girmeden evvel vize almak zorunda ve vizeler, Bhutan Turizm Konseyi tarafından, seyahatinizin tümünü ödediğinizde onaylanıyor. Bu arada önceden, Bhutanlı bir tur operatörü ile bağlantıya geçmek durumundasınız. Ödemiş olduğunuz para ise, ülke içindeki yolculuğunuz tamamlanana ve tur operatörü ücreti ödenene kadar turizm konseyinde kalıyor. Bhutan Devleti tarafından ülkeye giriş yapan turistlerin sayısı hakkında herhangi bir kısıtlama yapılmadığını da söylemeliyim.
Seyahatim toplamda yedi gün sürdü; üç gece Paro’da, dört gece de Punakha’da kaldım. Bhutan’a uçmanın birkaç farklı yolu var: Nepal, Singapur, Delhi veya benim tercihim olan Bangkok aktarmalı uçabilirsiniz. Bu arada bir başka detay da uçağımın Hindistan, Gaya’da durmasıydı, ve işin hoş tarafı burası Buddha’nın aydınlandığı yerdi. Böylece yavaş yavaş seyahatin havasına girmeye başlamıştım. Sonunda Paro’nun küçük ve son derece yerel görünümlü havalimanına indik. Burası aynı zamanda ülkedeki tek havalimanı. İniş esnasında ise -nedenini tam olarak açıklayamasam da- uçağın penceresinden ilk bakışta buranın büyülü bir yer olduğu hissiyatına kapıldığımı söylemeliyim.
Havalimanında, rehberlerimiz gülümseyen yüzleriyle bizleri bekliyordu. Onlara ilk sorum tabii ki, “Mutlu musunuz?” oldu. Ve aldığım yanıt kocaman bir “Evet” idi.
Bu arada uçaktan inerken gözüme çarpan detaylardan birisi de kral ve kraliçenin resmiydi. Bu aile, seyahat günlüğümde birkaç satırı kesinlikle hak ediyor. Kral 35 yaşında ve önceki kralın üçüncü karısından en büyük oğlu. Üçüncü karısı derken kastettiğim ise dört kız kardeşten üçüncüsü, çünkü kralın babası dört kız kardeş ile evli -ve mutlu! Her neyse, bu tuhaf durum bir yana, kraliyet ailesi halk tarafından oldukça seviliyor ve görünen o ki, görevlerini gayet iyi bir şekilde yerine getiriyor.
Kısa bir araba yolculuğunun ardından, müthiş bir lüks oteller zincirinin parçası olan, Uma Paro’ya vardık. Otelin şahane bir mimarisi ve yerel ham ahşaptan mobilyalarıyla son derece zevkli bir dekorasyonu var. İnanılmaz atmosferinin yanı sıra harika bir spa’ya da sahip Uma Paro. Paketimize tüm öğünler dahildi ve çok acıktığımızdan hemen öğle yemeğine yöneldik. Otelin restoranında hem yerel hem de Avrupa mutfağından yemekler sunuyorlardı. Doğrusu canım inanılmaz derecede hamburger çekmesine rağmen kendimi tuttum ve seçimimi yerel yemeklerden yana kullandım -Bhutan’da yediğim ilk yemek oranın kendi mutfağından olmalıydı- ve pişman olmadım. Bhutan mutfağı oldukça çili biberi ağırlıklı; çiliye peynir, pilav ve çorba eşlik ediyor ve hatta şaraplarında bile çili var! Dolayısıyla eğer acılı yemeklere meraklı değilseniz, burger sipariş etmenizde fayda var.
Uma Paro’da oldukça huzurlu bir akşam geçirdikten sonra, ülkenin başkenti Thimphu’ya yapacağımız araba yolculuğuna hazırdık. İlk durağımız olan büyük ‘stupa’da Budizm inançları konusunda biraz bilgi edindik. Rehberimiz hayatın üç zehri olan arzu, nefret ve cehaletten kendimizi arındırmanın yollarından bahsetti. Bu ilginç tecrübe sayesinde haletiruhiyemiz yavaş yavaş yerel havaya ayak uydurmaya başladı. Engebeli yollardaki yolculuğumuz devam ederken, hangi yöne baksak okçuluk yapan erkek grupları görüyorduk; böylece okçuluğun Bhutan’ın milli sporu olduğunu öğrenmiş olduk. Bir saat kadar oyunları seyrettik; oldukça etkileyiciydi! Gayri safi milli mutluluk hiç şüphesiz spor konusunda da kendini belli ediyordu. Thimphu gezimizi yerel ve leziz bir öğle yemeğiyle tamamlamış olduk. Böylece bir sonraki destinasyonumuz Punakha’ya doğru yapacağımız dört saatlik araba yolculuğuna hazırdık.

Pirinç tarlaları Bhutan’ın en önemli geçim kaynaklarından biri.
Himalaya Dağları’na tırmanışımızın sonunda, Bhutan’ın eski başkenti, 50 kilometre uzunluğunda bir vadiye yayılmış olan muhteşem Punakha’ya vardık. Otelimize geldikten sonra, dışarıda yakılmış ateşin karşısında ısınarak ve karanlıkta bir yerlerde akan nehrin sesi eşliğinde güzel bir akşam yemeği yedik. Ertesi gün başlayacak ve tam üç gün sürecek zorlu yürüyüş programı öncesi derin bir uykuya dalmışken bir anda 6.8 şiddetindeki -sonradan öğrendiğime göre Kuzey Hindistan merkezli- depremle uyanıverdim. Neyse ki mühim bir zarar söz konusu değildi ama gerçekten korkutucuydu. Ertesi sabah çok güzel bir camekan odada, büyüleyici vadi manzarasına nazır kahvaltımızı ederken, herkesin konuştuğu tabii ki depremdi.
Uzun yürüyüşümüzün ilk durağı doğurganlık manastırı idi; burası çok da yüksekte olmayan, yarım saatlik bir yürüyüşün sonunda ulaştığımız, yerli halkın ailelerini genişletmek umuduyla ziyaret ettikleri bir tapınaktı.
Doğurganlık Bhutan’da en çok kulağınıza çalınan konulardan biri, öyle ki evlerin dış cephelerinin penis figürleriyle süslendiğini kolayca fark edebilirsiniz. Bu süslemeleri ilk gördüğünüzde tabii biraz şaşırıyorsunuz, ama zamanla alışıyorsunuz.

Punakha Dzong ülkenin en eski kalelerinden biri ve genç budistlerin eğitimi için kullanılan bir merkez.
Punakha’nın köyünde biraz dolaştıktan sonra öğle yemeği yedik ve tepelerdeki bir manastıra tırmanmaya hazırlandık. 1200 metrelik zorlu bir tırmanıştan sonra, 2008 senesinde inşa edilmiş olan Drubchhu Tapınağı’na vardık. Burasının Punakha’nın yeni Budizm merkezi olduğunu öğrendik. Manastırda özel bir tur alma şansını yakaladık ve manastırın en tepesine kadar çıktık; buradan Punakha vadi manzarası enfesti. Pirinç tarlalarıyla bezeli dönüş yolumuz da çok etkileyiciydi; aramızdan bazı arkadaşlarımız manzaranın İsviçre Alpleri’nin yazınki halini hatırlattığını söylediler.
Ertesi gün, 1637’de inşa edilmiş olan Punakha Dzong’a doğru yol aldık. Burası ülkenin en eski kalelerinden biri ve şu anda genç Budistler için manastır olarak kullanılıyor. Buradaki Bhutan mimarisi ve Budist rahiplerin olağandışı yaşam tarzları hepimizi oldukça etkiledi. Bir yandan da, tur rehberimiz, Budizm’in önemli prensiplerini nesilden nesle aktarılan çeşitli efsaneler eşliğinde bize anlatıyordu. Erken saatlerde başladığımız bu büyülü yolculuğun devamında, Bhutanlı bir ailenin hayatından bir kesiti tecrübe etmek için bir çiftlik evine konuk olduk.
Çiftlik evlerine ulaşmak için önce 15 dakikalık bir araba yolculuğu yapmamız, ardından da 10 dakika kadar yürümemiz gerekti; zira yolun devamı arabalara açık değildi. Bu arada Bhutan’daki evlerin tümü yerli halka ait, yabancılar sadece kiralık yerlerde ya da otellerde kalabiliyorlar; bu durumda ülke uluslararası girişimlere kapalı konumda. Bizim bulunduğumuz ev 1960’da inşa edilmişti ve altı odası vardı. Evde 15 kişi yaşıyordu. Yatak odaları bildiğimizden farklıydı, ev sakinleri yere serilen minderlerde uyuyorlardı. Evde her şey müthiş temizdi. Ev sahipleri bizi, yemeğin servis edildiği, evin esas oturma odasına davet etti. Favori yemeğim kımızı pirinç pilavı eşliğinde yediğimiz kurutulmuş et ve peynirli çili biberiydi. Fakat bir süre sonra fark ettim ki, çiliye biraz olsun ara vermem gerekiyordu; ağzımdaki etkiyi hafifletmek için su içtim ama işe yaradığını söyleyemem.
Kaplan Yuvası
Benim için gezinin en güzel günü, dağ yamacında kurulmuş olan, Taktsang Manastırı ya da bir diğer adıyla Tiger’s Nest (Kaplan Yuvası) Manastırı’na tırmandığımız gün oldu. Manastır adeta dağla bütünleşmiş gibiydi. Burasının Bhutan’da Budizm’in doğduğu yer olduğuna inanılıyor, dolayısıyla bu manastır ülkenin en kutsal manastırı olma özelliğine sahip.
Bhutan turlarında, insanların yüksek irtifaya alışmasına olanak tanımak için Taktsang genellikle en son güne bırakılıyor. Aynı zamanda, bu manastır, Bhutan’ın uluslararası havalimanının bulunduğu Paro’da yer aldığından burayı son gün gezmenin pratik bir tarafı da var. Aslında manastır şehirden de görünüyor, fakat o kadar yüksekte, küçük beyaz noktalar gibi gözüküyor.
Efsaneye göre, sekizinci yüzyılda, Mahayana Budizmi’nin en kutsal figürlerinden biri olan Guru Rinpoche ya da namıdiğer Padmasambhava, Tibet’ten dişi bir kaplanın sırtında tam da manastırın bulunduğu noktaya uçuyor. Kötü bir ruhu etkisiz hale getirmek için buraya geliyor, bir mağaraya yerleşiyor ve burada üç yıl, üç ay ve üç gün meditasyon yapıyor. Sonra da Bhutan halkını Budizm ile tanıştırmayı görev ediniyor.
Manastıra ulaşmak için, deniz seviyesinden 2100 metre yüksekte olan vadi tabanından başladık tırmanışımıza. Buradan, 900 metrelik yükseklik kazancıyla, manastır küçücük bir beyaz nokta gibi gözüküyordu. Manastıra varmamız aşağı yukarı iki buçuk saat sürdü. Yarı yola kadar atlarla çıkma imkanınız da var, fakat biz yolun tamamını tırmanmayı tercih ettik. Daha hızlı ve güvenli!
Bu uzun tırmanışın sonunda manastıra, kutsal bir havuza dökülen bir şelalenin üzerinden geçen bir köprüyle ulaşılıyor. Burası Budist bayraklarıyla kaplanmış vaziyette, kayalardaki yarıklara ise tsa-tsa adı verilen, ölülerin küllerini barındıran küçük kutular yerleştirilmiş. Ziyaretçileri manastıra ulaştıran son adım olan, kayalardan yontulmuş dik merdivenler bizim ziyaretimiz esnasında bulutlarla örtülmüştü ve bu görüntünün verdiği semavi etki büyüleyiciydi. Manastıra girerken ayakkabılarınızı, fotoğraf makinelerinizi ve her türlü elektronik cihazı girişte bırakmak durumundasınız. Hatta bir güvenlik görevlisi bu kurala uyduğumuzdan emin olmak için üstümüzü aradı ve ayrıca saygı göstergesi olarak ceketlerimizi iliklememizi söyledi. İçeride çeşitli tapınakları ve Budist ikonlarıyla ve adaklarla dolu odaları gezdik. Alevleri titreşen geleneksel kandiller içeriye uhrevi bir etki katıyordu. Manastırda yaklaşık bir saat geçirdikten sonra dönüş yoluna geçtik. Taktsang gezimizin toplamda 4-5 saatimizi aldığını söyleyebilirim.
Bhutan seyahatimizin en heyecan verici kısmı kesinlikle Taktsang yolculuğuydu. Bu yarım günlük gezi aynı zamanda da, yedi günlük huzur ve bol egzersiz dolu, spiritüel yolculuğumuz için mükemmel bir final oldu. Bunun yanı sıra, Bhutan’dan ayrılmadan oradaki yerel pazarlardan birine uğramayı da ihmal etmedik ve bu güzel ülkenin renkli kültürünün bir parçası olan el yapımı geleneksel ‘kilt’erden aldık. Bu giysiler ortalama 365 günde yapılıyor ve fiyatlarının da her birinin eşsizliğini yansıttığını söyleyebilirim.
Bangkok’a uçacak olan Royal Druk Air uçuşuma doğru ilerlerken, bu seyahatin, çok güzel manzaralarla dolu son derece doyurucu ve kimi zaman da zorlu bir tecrübe olduğunu düşünüyordum. Yedi günlüğüne gerçek hayatla bağlarımı koparmış ve yaşam değerlerinin, stok fiyatları, emlak piyasası ve parasal hedefler yerine huzur, mutluluk ve doğa ile ölçülebildiğine tanıklık etmiştim.
Eğer siz de dünyadan birkaç günlüğüne kopmak isterseniz Himalayalar’daki bu küçük krallığa yapacağınız yolculuk, harcayacağınız zaman ve enerjiye kesinlikle değecek! Bense bir sonraki dersimiz “Bhutan 301 – Bakir Kalmış Bölgeler” için umuyorum ki pek yakında bu ülkeye geri döneceğim ve sizlerle bir sonraki bölümü paylaşma fırsatını bulacağım…
Mutlu kalın!