MEYDAN OKUMANIN SINIRI VAR MI?
Sanat, topluma ayna tutar; ancak bu ayna, bize daha büyük, dönüştürülmüş bir gerçeklik sunar.
“Hepimiz sanatın hakikat olmadığını biliyoruz. Sanat, en azından anlamamız için bize verilen hakikati fark etmemizi sağlayan bir yalandır. Sanatçı, yalanlarının hakikatine başkalarını ikna etmenin yolunu bilmelidir.” ― Pablo Picasso
Picasso’nun bu sözü, sanatın gerçek ile kurmaca arasındaki ince çizgide nasıl ustaca yürüdüğünü ortaya koyuyor. Sanat, topluma ayna tutar; ancak bu ayna, bize daha büyük, dönüştürülmüş bir gerçeklik sunar. Özellikle kavramsal sanat, performans ve enstelasyon sanatı kamusal alanda varlığını göstererek, izleyiciye yalnızca gözlemleme değil, kimi zaman deneyimleme fırsatı da vererek bu “gerçeklik” algısını yeniden inşa eder. 20. yüzyılın başlarından itibaren hız kazanan bu dönüşüm, bugün kent mekânlarında, dijital enstalasyonlarda ve doğal çevrede disiplinlerarası bir ifade biçimi kazanarak kendini gösteriyor. Günümüz performans sanatı, geçmişle bugün arasında köprüler kurarak izleyiciyi çok katmanlı bir deneyime davet ediyor.
New York’ta geniş bir doğa alanına yayılan Storm King Art Center, performans sanatının bu derin deneyimini sunan benzersiz bir sahne işlevi görüyor. Bu açık hava müzesi, Amerikalı heykeltıraş Robert Smithson’ın en ünlü eseri “Spiral Jetty” gibi “land art” başyapıtlarının doğayı yalnızca bir arka plan olarak değil, sanatın kendisi olarak ele alışını bugünün dünyasında devam ettiriyor. Storm King’in çağdaş sanat koleksiyonunda yer alan Mark di Suvero’nun devasa metal heykelleri ya da Maya Lin’in topraktaki dalgalanmalar olarak var olan ve yaşamaya devam eden organik yerleştirmesi, doğanın içinde zamansız bir yolculuk hissi yaratıyor. Bu mekân, yalnızca heykeller için değil, doğa, beden ve mekân arasındaki etkileşimi araştıran performans sanatçıları için de bir tür laboratuvar işlevi görüyor.
Bununla birlikte, Storm King gibi devasa doğal alanlarda yer alan eserlerin doğa ve sanat arasındaki ilişkiyi tamamen olumlu bir çerçeveye oturttuğunu düşünmek saf bir yaklaşım olabilir. Sanat, doğanın bir parçası hâline gelmekteyse de, devasa heykellerin ve metal yapıtların doğal ortamla içsel bir uyum yakaladığı her zaman iddia edilemez. Bu tür mekânlarda, sanatın fiziksel ve görsel etkisi bazen çevreyi baskılayabilir, hatta onu domine edebilir. Bu durumda, doğanın sanata “sahne” olmasından ziyade, onun ağırlığı altında ezilme riskini barındırdığı bir eleştiri olarak görülebilir.
PERFORMANSIN DÖNÜŞÜMÜ
Sanat ve müziğin birleşimi, performans sanatını geniş bir anlam yelpazesinde ele almayı gerektiriyor. John Cage, “4’33” adlı sessizlik performansıyla sanatın alışılmış sınırlarını zorlayarak izleyiciyi hem sessizlikle hem de doğanın kendi sesleriyle yüzleşmeye davet etmişti. Cage’in bu yaklaşımı, sanatı daha kapsayıcı bir deneyim olarak sunarken, izleyiciyi sadece gözlemci değil, aktif bir katılımcı yapmayı amaçlamıştı.
Bu vizyon, Storm King Art Center’daki doğa ve müziğin iç içe geçtiği performanslarla kendini yeniden gösteriyor. Popüler müziğin yükselen yıldızlarından Charli XCX’in burada gerçekleştirdiği müzik performansı, sanat mekânlarını geniş kitlelere çekmek adına popüler figürleri kullanmanın estetik bir uyum mu yoksa riskli bir popülist yaklaşım mı taşıdığı sorusunu gündeme getiriyor. Charli XCX gibi popüler kültür figürlerinin Storm King gibi mekânlarda konser vermesi, sanatın ve mekânın misyonunu genişletebilir; ancak bu tarz popülist yaklaşımlar, mekânın sanatsal kimliğini hafifletme riskine de getirebilir.
Bu etkinliğin hemen ardından gerçekleşen Aphex Twin’in Tate Modern’de düzenlenen “dinleme partisi” ise bu bağlamda sesin mekânla olan ilişkisini daha derinlemesine inceleyen bir örnek. Elektronik müziğin öncü isimlerinden biri olarak tanınan kült Aphex Twin, dinleyicilere galeri duvarları içinde bir ses deneyimi sundu. Tate Modern gibi bir sanat galerisinde gerçekleştirilen bir dinleme partilerinin, estetik mi yoksa ticarî bir çekim mi yarattığına dair soru işaretleri var. İzleyicinin etkin katılımını sağlasa da, bu tarz performanslar, mekânın kendi hikâyesi ve sanat anlayışı ile ne kadar uyumlu?
KENTSEL ALANDA SANAT
Kitle ile buluşan örneklerden gidecek olursak, kentsel alanlarda sanatın izleyiciyle etkileşime geçtiği projelerse, kamusal alanı adeta dönüştürüyor. Jenny Holzer’in 1982’de başlayan ve 1990’a kadar devam eden Times Square’deki dev dijital ekranlarda yayımladığı “Truisms” serisi, kısa, keskin mesajlarıyla kamusal alana sarsıcı bir derinlik katmıştı. Holzer’in bu devasa eseri, sanatın sadece bakılan bir nesne olmaktan çıkıp izleyiciye meydan okuyan bir deneyim yaratmasına mükemmel bir örnekti. Bu yaklaşımın bir devamı niteliğinde olan Olafur Eliasson’un WeTransfer ile ortak projesi olan “Lifeworld” eseri, Londra’dan New York’a, büyük şehirlerin hızlı akışı içinde izleyiciyi sakin bir duraklama anına çağırıyor ve bunu kamusal alanlardaki reklam ekranları aracılığıyla yapıyor.
Ancak Eliasson’un eserleri her zaman eleştirmenler arasında aynı yankıyı bulmuyor. “Lifeworld” gibi projeler izleyiciyi yavaşlamaya davet ederken, aynı zamanda Eliasson’un işlerinin ticarileşen bir sanat diline kaydığı eleştirisi de yaygın. Minimalist ve dingin bir estetik sunmak yerine, Holzer gibi doğrudan meydan okuyucu olmadan daha “steril” bir deneyim sunduğu eleştirisi de yapılabilir hatta. Kent sakinleri için yarattığı “duraksama alanları” aslında gerçekten derin bir farkındalık sağlıyor mu yoksa kentsel karmaşanın içinde geçici bir “sanat molası” mı sunuyor? Ayrıca, hızlı bir tempoda yaşayan şehir sakinleri üzerinde bu kadar durağan bir etkiye gerçekten ulaşmak mümkün mü? Eliasson’un estetiği kimileri için, güzel olduğu kadar bazen yüzeysel kalma riski taşıyor.
SANATIN SINIRLARINI ZORLAMAK
1960’larda başlayan performans sanatı dalgasının önde gelen isimlerinden Allan Kaprow, “Happenings” adını verdiği performanslarıyla izleyiciyi sanatının “içine” çekmişti. Kaprow’un performanslarında izleyici, gözlemci olmaktan çıkıp performansın aktif bir katılımcısına dönüşür; sanatın tam kalbine çekilirdi. Çağdaş sanatın en büyük etkinliklerinden biri olan Art Basel’in Parcours bölümünde yer alan “site-specific” projeler de Kaprow’un bu mirasını yaşatarak sanatı kent yaşamının içine yerleştiriyor. Marina Abramović’in izleyiciye fiziksel sınırlarını zorlatan performansları gibi, Parcours projeleri de kent yaşamının akışına meydan okuyor.
Ancak Art Basel’in büyük ölçekli bir fuar olarak sanatın kitlelere ulaşma amacının ticarileşme riski altında olduğu da eleştirilmekte. Art Basel gibi fuarlar, her ne kadar sanatın erişimini genişletmeyi hedeflese de bir yandan da sanat piyasasının devasa ekonomik değerlerle sınırlandığı bir ortama dönüşüyor. Bazıları, Parcours gibi bölümlerin kent yaşamına nüfuz etme hedefi taşıdığını kabul etse de diğer yandan fuarın sanatı bir tür “lüks tüketim” olarak konumlandırdığı eleştirisini de unutmuyor. Gerçekten de Art Basel’e katılan ziyaretçiler, kentsel alandaki bu sanatsal performanslarla buluşurken, yüksek gelir seviyesine sahip bir kitlenin varlığı göz ardı edilebilir mi? Bu tür etkinlikler sanatı herkese ulaştırmayı amaçlıyor görünse de hedef kitlenin sanatı ekonomik bir prestij objesi olarak tüketmesine neden oluyor demek, uzun zamandır bilinen bir gerçek olduğu için, sanırız yanlış olmaz.
DİSİPLİNLERARASI DENEYİMLER
Sanatın duyusal bir deneyime dönüşmesi, görmenin ötesinde farklı duyularla da izlenmesini sağlıyor. Bu disiplinlerarası yaklaşımın kökeni, Dada’nın doğduğu yer olarak kabul edilen ve gruba mensup olanların 1916’da kurduğu Cabaret Voltaire etkinliklerine kadar uzanır. Duchamp ve Tristan Tzara gibi sanatçılar, şiir, müzik, tiyatro ve sanatı bir araya getirerek disiplinlerarası bir sanat yaklaşımı geliştirmişlerdi. Günümüzde, Art Basel’de yer alan “We Are Ona” gibi pop-up yemek etkinliği organizatörleri, bu geleneği sürdürerek sanatı gastronomiyle buluşturuyor. Son etkinliklerinde Michelin yıldızlı şef Sayaka Sawaguchi’nin hazırladığı yemekler, izleyiciyi yalnızca bir tat deneyimiyle değil, adeta çok yönlü bir sanat yolculuğuna çıkarmıştı.
Peki sanat ve gastronominin birleşimi her zaman yaratıcı bir derinlik taşır mı? Bazı eleştirmenler, bu tür disiplinlerarası deneyimlerin yüzeysel kalma ve lüks tüketimin bir parçası
olma riski taşıdığını belirtiyor. Özellikle yüksek gelirli kesimin “sanat deneyimi” olarak tükettiği gastronomik buluşmalar, sanatı sınıfsal bir zevk objesi hâline getiriyor olabilir. Sanat ile gastronomi arasındaki bu iş birliği, sanatı erişilebilir kılmak yerine, onun elitist bir hobi gibi algılanmasına bile katkıda bulunabilir. Sanatı “hissetmek” yerine “tatmak” yoluyla deneyim sunma çabasında olan bu tür uydu etkinlikler, sanatın bir tür estetik tüketim nesnesi olarak mı benimsendiği sorusunu akıllara getiriyor.
GENİŞLEYEN ÇERÇEVE
Performans sanatı, her dönemde sanatın sınırlarını genişleten bir form olarak var olmuştur. Jenny Holzer’ın açık alan işleri, Storm King Art Center’daki doğayla iç içe geçmiş heykeller ve Art Basel’in Parcours bölümüyle sunduğu projeler, bu deneyimlerin zenginleşmesini sağlıyor. Ancak bu genişleyen çerçeve içinde sanatın, popülerlik ve ticarileşme gibi unsurlar nedeniyle derinliğini yitirme riskini göz önünde bulundurmak önemli. Sanat, izleyicinin hayatına dokunurken, onu düşündüren, dönüştüren bir yolculuk sunduğu kadar, erişim ve derinlik arasındaki dengeyi de kaybetmemeli belki de. Picasso’nun sözünü hatırlayacak olursak, sanat gerçeği anlamamıza yardımcı olan bir yalandır; ancak bu yalan, kitlelere ulaştırılırken yüzeysel bir “gerçek” sunma riskine karşı korunmalıdır.