VENİ, VİDİ, VANİTAS
Kuşaktan kuşağa aktarılan süslemeler bugüne ve geçen zamana nasıl hitap eder?
Yazı HARRIET QUICK
Zamanın yaratıcı ruhu arada sırada bir motifle içeri sızar ve kolektif dünyalarımızda çok büyük bir yer kaplayana dek bunu tekrarlayıp durur. Şu sıralar bu motif, sanat tarihçilerinin vanitas olarak adlandırdığını temsil ediyor: Hayatın geçiciliğini ve kırılganlığını anlatan çiçekler, kafatasları veya hatta çürüyen meyve gibi semboller. Pandeminin şok dalgalarından çıkıp süregiden çevre krizi ve savaşla çevrelendiğimiz bir dönemde bu, her zamankinden daha yakıcı bir düşünce.
Yüksek mücevherciler, sanatçılar ve moda tasarımcıları çiçeklere her zaman aşık olmuşlardır. Ama radikal zihinler klasik mecazı gittikçe daha fazla tersine çeviriyor. Damien Hirst’ün ilk kez sergilendiği Frieze London’da yok satan The Secret Garden serisini düşünün. Bu eserler kalın, kıvamlı boyayla ve bir yaz sabahının erken saatlerinde esintiyle salınır gibi betimlenmiş hem yabani hem yetiştirilen bitkilerin kendilerine yer açmaya çalıştığı bitki manzaralarıyla capcanlı görünür. “Bahçelere, onların zamanı durdurmasına ve içlerinde kaybolmaya bayılırım ama iyice yabanileşip kendilerine has bir zihin geliştirmeleri daha da hoşuma gider,” demişti Hirst bir defasında. The Secret Garden serisi, sanatçının 2018-2019 yılları arasında yaptığı Cherry Blossoms’ın devamı niteliğinde. Japonya’da her yıl düzenlenen Sakura festivalinde saygı gösterilen kiraz çiçeği, yaşamı ve ölümü, güzelliği ve yenilenmeyi temsil eder. Hirst’ün açıkladığına göre, kariyerinin başlarında annesi onu çiçekler gibi “güzel” figürler resmetmeye teşvik etmiş olsa da kendisi ancak ellilerinde bu isteğe kapılmış.
Çağdaşlarının pek çoğunun yanı sıra Hirst de medeniyet kadar eski bir vanitas [bir natürmort tarzı] türüyle bağlantı kuruyor. Mısırlılar sembol olarak papirüsü benimsediler, antik Minoslular ise mozaik eserlerinde kıymetli safranları bölge florası olarak tasvir ettiler. 16. yüzyılda değerli baharatların ve lale gibi soğanların ticareti Hollanda’da vanitas resimleri için çıkılan yolcuları tetikledi; aralarında Ambrosius Bosschaert ile Johannes Vermeer’in de olduğu ustalar büyüleyici detaylara sahip kompozisyonlar yarattılar. Ve pek çok büyük sanatçı, bitki dünyası ile zamanın geçişi konusunda geniş kapsamlı çalışmalar yürüttü. Claude Monet uzun uzun nilüferleri düşündü; Van Gogh günebakanları; Warhol japongülünün egzotikliğine, Jeff Koons ise anıtsal paslanmaz çelik heykellerinde lalelere kucak açtı.
Çağdaş sanatta çiçeklere gösterilen rağbet, Kevin Beasley’nin eserlerinde de büyük yer tutar. Sanatçı, Garden Windows adlı eserlerini plastik bir levhaya yaptığı ve ham Virginia pamuğundan dolgulu bir yüzeyle desteklediği çizimin üstüne boyalı reçine dökerek oluşturdu. Görsel etkisi, bir pencereden yemyeşil manzarayı izlemeye benzeyen bu eser, kuruyunca kalıbından ayrıldı. Genç bir Çinli- Amerikalı sanatçı olan Lee Xu için ise akrilik ve sprey boyayla yapılmış puslu foto-gerçekçi çiçek görünümlerinde elle tutulur bir melankoli hissi var. “I keep looking for something, even though I know that it’s not there” çalışmasında çiçek açmış bir yıldızpatını tasvir eder, Moon on Your Skin ise naylon bir brandanın arkasından görülen kovalardaki gösterişli çiçek demetleriyle, gece vakti bir New York şarküterisini gösterir.
Geçici güzelliği yakalama –ve onu saadete erişmek için koruma– arzusu, bu sezon pek çok yüksek mücevher tasarımcısının da misyonu oldu. Temmuzdaki haute couture boyunca Chaumet iki yılda bir çıkardığı, 68 parçadan oluşan Haute Joaillerie koleksiyonu Le Jardin de Chaumet’yi tanıttı: Geniş yüzeyli Fransız kesimi taşların yer aldığı natüralist tasarımlar, taç yapraklarının, yaprakların ve eğreltiotlarının hafif hareketlerini yansıtıyor.
Dior’da Victoire de Castellane’nin Bois De Rose koleksiyonu, çiçeğin saplarını, dikenlerini ve tomurcuklarını, beyaz altın ve lakeyle bezenmiş göz alıcı taşlarla yeniden yorumluyor. Dior Jewellry’nin kreatif direktörü bu cazip formlarla Bay Dior’un Normandiya’daki Granville villa bahçeleri gibi huzurlu bahçelerine yapılan ziyaretlere ilişkin anılardan yararlanıyor.
Vanitas motifleri ve sembolleri, yılların ve mevsimlerin ışık hızında geçer göründüğü çok süratli bir dünyada biraz daha farkındalıkla yaşamamıza yardımcı olabilir. Yüksek mücevherci ve Loquet London’un kurucu ortağı olan Sheherazade Goldsmith teselliyi, partneri Matthew Freud ve geniş ailesiyle paylaştığı, şirin Cotswolds kasabasında, Burford’daki evinin yakınındaki kesme çiçek bahçesinde ve çevresindeki ormanlık alanda buluyor. Aslında, markasının madalyon stilleri –fasetli altın kenarlı kristal kolye uçları ve onları dolduran, sürekli büyüyen tılsım koleksiyonu– için ona fikri ilk veren, çocukken kitapların arasında çiçek kurutan oğlu olmuş. Böylece bu fikir, Loquet’nin küçücük girift tılsımlarına işlenmiş; bunların arasında dört yapraklı yonca, gökkuşağı, çiçekler, kaktüs, kayan yıldızlar ve safirle bezeli bir soyağacı bulunuyor.
“Duygular evrenseldir ve bu yüzden insanları birbirine bağlar. Benim bir hikayem var, her bir tılsımın ardında da bir anlatı yatıyor, bu yüzden bana anlam ifade ediyorlar. Öte yandan yüklendikleri anlamlar farklı insanlara göre de değişebilir” diyor Goldsmith; kendisi de eğitimli bir bahçıvan ve kısa süre önce Belgravia’da ilk butiğini açtı. “Terapi gibi: Semboller müşterilerin zihinlerinde çok şahsi bir şeyleri harekete geçirebiliyor.”
Vanitas’a punk’ı andıran, isyankar bir açıdan da bakılabilir. Londra merkezli mücevherci Hannah Martin, Coldplay’in basçısı ve kamu hizmeti veren Applied Art Forms’un kurucusu Guy Berryman’la iş birliğine giderek “A Vanitas” adında yeni bir mücevher serisi yarattı. Heathrow Havalimanı’nda tesadüfen tanışan ikili, serinin temelini oluşturmak için 17. yüzyılın Hollandalı ustalarının resimlerine iyice gömüldüler; bu koleksiyon, küpelerden ve kolyelerden sarkan, incelikle yapılmış çengelli iğneler, jiletler ve küçücük inci kafatasları içeriyor. “İğneler ile jiletler eti delip geçtiği için korkutucu gelebilir ama belki kendi gücümüze ve savunmasızlığımıza dair bir hatırlatıcı görevi de görürler,” diyor Martin.
“Saatleriniz birbiri içine geçmiş çiçeklerdir; vakti gelmeden taçyapraklarını koparmayın sakın,” diye yazmıştı Victor Hugo, “À une Jeune Fille” (1825) şiirinde; o dönemde yazarların, ressamların ve şairlerin panteizme kucak açtığı ve ilham perisi olarak doğaya yöneldiği romantik hareket zirvesindeydi. Taç yaprağından iğneye, şimdiki anın memento mori’si romantizmi modern zamanlara uyarlıyor – ve bir ışıltıyla onları yüksek mücevhercilik dünyasına tercüme ediyor.