ZAMAN BİZE Mİ AİT?
Belki yaşamın içinde zamanla ilgili bir soru soruyorsak zamanla ilgili nasıl konuştuğumuza bakmamız gerek.
Yazı EDİZ AKATLAR
Julian Schnabel’in bir fotoğrafında, oldukça eski görünen ceketi, dağınık saçlarını kamufle ettiği beresi ve pijamasıyla bir söyleşide ve görünürde kolunda bir saat yok. “Burada ilginç olan nedir?” diye sorabilirsiniz, hemen açıklayayım. 1980’lerde neo-ekspresyonistler olarak bilinen ressamlar kuşağının bir parçası olarak New York sanat sahnesine çıkan genç ve şık Schnabel, Claridge otelinde, yeni bulduğu başarısını sergilemek için iyi seçilmiş bir aksesuar olan Rolex’iyle fotoğraflanır Annie Leibovitz tarafından. Onlarca yıl sonra, bu yazıya eşlik eden şu fotoğraf, o zamana kadar resim, heykel ve iç dekorasyondan, Jean- Michel Basquiat’nin biyografik filmi başta olmak üzere birçok başarılı işe imza atan, etkileyecek kimsesi kalmamış Schnabel’i tüm çıplaklığıyla gösterir. Sanatçı çıplak ve hatta zamanını kaybetmiş gibidir. Veya zamanın gerçek sahibi midir?
Bugün pek çok dilbilimci ve nörobilimcinin uzlaşacağı bir konu varsa, o da ifade biçimimizin düşünce biçimimizde ve onun da yaşamımızda etkisi olduğudur. Hatta bir eylemi dile getirdiğimizde, o eylemi yapmayı düşündüğümüzde ve o eylemi yaptığımızda nöronlarımız neredeyse bire-bir aynı davranışları sergiliyor.
Öyleyse belki yaşamın içinde zamanla ilgili bir soru soruyorsam zamanla ilgili nasıl konuştuğumuza bakmam gerek.
Zamanı nasıl anladığımız, nasıl dile getirdiğimiz, onu nasıl deneyimlediğimizi doğrudan etkiliyor. Modern dillerin hemen hemen hepsinde zaman yalnızca niceliksel bir nesne olarak ele alınırken çoğunlukla da “sahip olmak” ilişkisiyle dile getiriliyor.
Zaman bize ait olan, var veya yok olabilen, verilip alınabilen, boş veya dolu olabilen bir nesne oluyor dilimizde. “Bugün çok zamanım var,” diyoruz mesela. Zaman kazanıyoruz. Zaman kaybediyoruz. Zamanı sürekli olarak niceliksel ve sahip olunan bir nesne olarak dile getiriyoruz.
Peki gerçekten öyle mi? Zaman bize mi ait? Yoksa zaman bizden bağımsız, müdehale edemediğimiz, sahip bile olmadığımız soyut bir kavram mı? Daha önce Q-P sayfalarında bir kaç kez andığım, felsefe tarihinin en önemli isimlerinden olan Immanuel Kant’a göre zaman, deneyimden bağımsız var olan, neredeyse kadim denebilecek soyutlukta bir kavramken biz nasıl oluyor da bugün zamanı harcayabiliyoruz?
Tam da bu noktada zamanda iki bin yıl kadar geriye gidelim hadi. Çünkü Antik Yunanlıların zamanı anlama ve dile getirme biçiminde -ve dolayısıyla deneyimleme biçiminde- bize göre bir farklılık var.
O fark elbette sahiplik ilişkisi. Antik Yunanlılar zamanın kendilerine ait olduğunu düşünmüyor. En azından Kronos, yani akıp geçen zaman, niceliksel zamanla böyle bir ilişki kurmuyorlar. Neden?
Çünkü şöyle bir düşününce, sıradan bir Antik Yunanlı’nın zamanı takip edemediğini görürsünüz. Bundan 2500 yıl önce kimsenin saat 2.15’de Atina meydanında buluşmak için sözleştiğini sanmıyorum. Büyük ihtimalle buluşma zamanı ayarlamaları güneşin konumuna veya toplumsal alışkanlık gereği aynı anda yapılan eylemlerin düzenine göre belirleniyordu. Belki de bu yüzden, Antik Yunanlılar takip edemedikleri zamanın üzerinde bir hak iddiasında bulunmuyor olabilirler.
Oysa biz, zamanı ölçebiliyor, takip edebiliyor, hatta değişmeyen bir mükemmellikle taklit edebiliyoruz. Biz GMT+3 ile 2.15’de Atina meydanında buluşabiliyoruz. Bu da bize akıp geçen zamana sahip olma gücünü veriyor elbette. Çünkü I. James döneminde Şansölye olarak İngiltere’ye hizmet etmiş ünlü felsefeci ve doğa bilimci Francis Bacon’ın muhteşem satırlarında sunduğu gibi; bilgi = güç.
Henüz zamanın bilgisine ve saatin ustalığına sahip olmayan Antik Yunanlılar böylelikle ona sahip olma gücüne de erişemiyorlar. En fazla bir talih anı olan, Kairos, onlara verildiğinde, zamanla bir sahiplik ilişkisi kurabiliyorlar.
Kairos oldukça genç ve hep genç kalan bir Antik Yunan tanrısı. Ayak bileklerindeki kanatlarıyla, elindeki
tuhaf tartısıyla şansı ve talihi temsil eden, ufak bir tanrı. Aynı zamanda Antik Yunanlıların bizim bugün “an” dediğimiz kavrama verdikleri isim. Evet, ona modern bir terminolojiyle anın tanrısı demek çok da yanlış olmaz çünkü Kairos pek çok Antik Yunan metninde okçunun hedefi tam istediği şiddette ve istediği noktadan vurması için okunu bırakması gereken ana benzetilir. An değilse bile “doğru an”ın tanrısı Kairos. Ve Antik Yunanlılar yalnızca Kairos’a, yani zamanın içindeki o talih anına sahip olurlar.
Zamanı böylesi bir perspektiften ele almak çoğu Antik Yunanlıyı oldukça kaderci bir anlayışa sürükler. Çünkü talih anı bile onlara ‘verilen’ bir andır. Çoğu mitolojik öyküye baktığınızda öykünün bir kadercilik propogandası olduğunu, temelde kaderine razı gelmek istemeyen bir karakterin çok daha büyük bir cezayla yüzleşmesini anlattığını görürsünüz. Hatta pek çok Antik Yunan filoloğu Homeros’un efsaneleri olan İlyada ve Odysseus metinlerinin bile Antik Yunanlıların kader anlayışına bir propoganda niteliğinde olduğunu savunur.
Oysa çağdaş insan için durum biraz da tersi gibi görünür. Zamanı ölçebilen, onu ifade edebilen, onun içinde özgür olan çağdaş insan için her an kıymetli, biricik ve ona ait oluyor. Belki de saatin, insan yaşamına kattığı en büyük devrim ona zamanın sahipliğini vermiş olmasıdır.