ALIŞKANLIKLARIMIZI SORGULAMAK
Kişiliğinizi ve karakterinizi kıyafetleriniz aracılığıyla yansıttığınızı düşünüyor musunuz, yoksa giyinmek sizin için günlük işlerinizi halletmek için sadece bir araç mı?
Yazı: Nil Ertürk
Giyiminizi nasıl alırdınız? Dolabınız birbiriyle uyumlu, yıllardır değişmeyen ve sizi hayal kırıklığına uğratmayacak parçalarla mı dolu yoksa modunuza göre başka biri olmanıza olanak sağlayan farklı stillere göz kırpıyor mu? Kişiliğinizi ve karakterinizi kıyafetleriniz aracılığıyla yansıttığınızı düşünüyor musunuz, yoksa giyinmek sizin için günlük işlerinizi halletmek için sadece bir araç mı? İnsanlar bu kadar keskin çizgilerle ikiye ayrılmıyor olsa da moda herkesin hayatında az ya da çok yer eden bir konu. “Şeytan Marka Giyer” filminde Anna Wintour’u temsil eden Miranda Priestly karakterinin, modayla hiç bir ilgisi olmadığını söyleyen asistanı Andy’nin giymiş olduğu mavi kazağı kast ederek; “Seçimlerinin moda endüstrisinden muaf olduğuna inanman oldukça komik; oysa 8 yıl önce Oscar De La Renta koleksiyonunda ilk kez kullanılmış olan bu mavi tonu, sen kazağını düştüğü indirim reyonundaki bir yığının içinden almadan önce, bu odadaki insanlar tarafından senin için seçildi,” deyişinin film ve moda tarihindeki popüler diyaloglar arasına girmiş olma sebebi gerçekten hiç birimizin moda endüstrisinden muaf olma ihtimalimizin olmayışıydı. Hem de hiç stil sahibi olmayanlarımızın olmayanlarımızın bile… Ve modaya ilgi duyanların korkulu rüyası stil sahibi olmamak, buna sahip olmayan insanların yanında bulunmak ya da kendisini kıyafetleri aracılığıyla ifade etmesine izin vermeyen bir yerde yaşamak olmalı ki bu uğurda yapılan harcamalar dünyanın en zengin insanları listesine bol bol tekstil markası sahibi eklemiş durumda.
Kadın gücü bir sektörü nasıl değiştirdi?
Evet, ne mutlu ki kapitalizm bu korkumuza çare olacak seçenekleriyle modern hayatın tam ortasında bulunuyor. İnsanlar hem farklı olmak hem de sürünün bir parçası olabilmek için giyiniyor. Buna bir de hızla değişen trendleri, seri hızda üretilen yeni ürünleri ve duygusal açlığımızı eklersek, çıkan sonuca bakıldığında bizim modayı değil modanın bizi yönettiği aşikâr. Aslında bugünkü moda endüstrisini borçlu olduğumuz seri üretimin ilk adımı ilginç bir hikâyeye, kadın emeğinin erkeğinkinden ucuz olmasına ve siyahlarınkinin ise bedava olmasına dayanıyor. Amerika ile İngiltere arasında 1812 yılında gerçekleşen
savaş döneminde o zamanlar bir giyim endüstrisi bulunmayan Amerika, güneyinde çalıştırılan siyah köleler tarafından yetiştirilen işlenmemiş pamukları İngiltere’ye gönderip İngiltere’den işlenmiş kumaş olarak geri satın alıyor. Ancak savaş zamanında ticaretin kesilmesiyle Amerika, elindeki ürünleri İngiltere’ye gönderemiyor. Üzerine lokal ekonomiyi çökertmek isteyen İngilizler fazla kumaşlarını New York limanlarına bırakmaya başlıyor, fakat planları geri tepiyor. Limanda birikmeye başlayan kumaşlar aynı caddede bir manav dükkânı olan Henry Brooks’un dikkatini çekiyor ve evlerinde çalışarak para kazanmak isteyen ve o zamanlar sadece erkeklerden oluşan terzilerden daha ucuza iş yapan kadınlara bu kumaşları vererek, hazır kalıplar aracılığıyla, bugün “basic” olarak tanımladığımız birbirinin aynısı olan ürünleri ürettirmeye başlıyor. Ve 1818 yılında, Amerika’nın ilk hazır giyim markası Brooks Brothers kurulmuş oluyor.
Ürün kalitesinin altında aslında ne var?
Yüzyılı aşkın süredir terziler aracılığıyla ya da kendi dikimleri ile farklı şekillerde giyinen insanlar için müthiş bir kolaylık sağlayan, ucuz işçilik ve basit kumaşlar sayesinde çok daha uygun fiyatlı olan bu seri üretim sistemi, moda alanında bir devrim yaratıyor. Düşünecek pek çok derdi olan çalışan kesime özenli ve modaya uygun gözükme şansı veren bu sistem bugün hala bir kurtarıcı olarak görülmekte. Ancak günümüzde tam olarak kimi kurtardığı konusu bir soru işareti diyebiliriz. Seri üretim markalarının işçilik ve kumaş kalitesi gibi alanlarda yaptığı fiyat düşürme politikaları lüks moda markalarına bile ilham vermiş durumda. Geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan haberlerde büyük bir moda markasının 2780 dolar’a sattığı çantalarını saati 2 dolar’a çalışan izinsiz göçmenler tarafından 57 dolar’a ürettirdiği İtalyan otoriteler tarafından yapılan pek çok baskın sonucunda paylaşıldı. Yine birkaç ay önce aynı kişiye başka bir markanın 9000 dolar’a sattığı kazaklarda bulunan kaşmiri elde etmek için çalışan Peru’lu çiftçilere para ödemediği ortaya çıkmıştı. Normalde hızlı moda markalarının büyük ölçekli üretim sistemlerinde duymaya alışık olduğumuz bu haksızlık haberlerini ne yazık ki insanların yüksek işçilik ve kalite standartları bulmayı umduğu lüks markalardan da duymaya başlamamız oldukça üzücü. Ancak sebebi şaşırtıcı değil elbette. Kimliklerimizi bu denli bağladığımız stillerimiz doyumsuz bir canavar gibi bizden sürekli olarak yeni bir şey talep etmekte. Artık kıyafetlere bu kadar kolay ulaşabiliyor olmamız, iki ülke arasındaki gemi yolculuğu ve üretim zamanını beklememize gerek kalmadan siparişimizi ertesi gün kapımızda bulmamız, kıyafetlerimizden aynı hızda sıkılmamıza da olanak sağladı. Ve moda endüstrisi bu sıkılgan doğamızı tatmin etmeye çalışırken haksızlığa kapattığımız gözlerimizin yardımıyla sonuna kadar açmaya hazır olduğumuz cüzdanlarımızdan alabileceği her kuruşa göz dikmiş durumda. Ancak farkında olmadığımız şey bu sıkıcı döngüye kendi kendimizi sıkıştırdığımız.
Endüstriyel devrim zamanından günümüze doğru, müzelerde sergilenen eşyalar renk skalasına göre dizilip bakıldığında gözle görülebilen ciddi bir renk azalması ile karşı karşıya olduğumuz kanıtlanıyor. Renklerin çoğu zaman duyguları, farklı kültürleri ve seçimleri yansıttığı düşünülünce, herkes için modern ve modaya uygun gözükme fırsatı aslında bize son derece kısıtlayıcı ve tektipleştirici bir hapishane hayatı sağlamış gibi gözüküyor. Kendimizi ifade etme olanaklarımız kısıtlandıkça sürekli yeni şeyler alarak doyurmaya çalıştığımız ruhumuzun aslında aç kaldığının farkında bile değiliz. Zincir restoranların sağlıksız hamburger menülerinin gerçek gıda yerine geçmediği gibi son yıllarda yüksek moda diye sunulan risksiz ve basit giyinme anlayışı da aslında bize kullanıp atma ve yenileme özgürlüğü verirken aynı ürünü fazla çaba sarf etmeden milyonlarca adet satabilme amacı güdüyor. Bu aynılık içinde sıkıntıdan patlamış olsak da soruyu doğru yere yöneltmek yerine aynı şeyleri satın almaya devam ediyor, sürekli daha ucuzu ve daha yenisini isterken hayatımızı amaçsızca satın alarak tüketiyoruz. Sanki bunu yaparken ödemiyormuş gibi gözüktüğümüz bedelleri başkalarına ödetiyoruz. Çaba sarf etmeden bir kimlik sahibi olma konforu peşinde koşmamız, cebimizdeki parayı kapitalizme gönüllü olarak kaptırmamıza neden oluyor. Halbuki dışlanma korkumuzu tetikleyen farklı bir stil sahibi olmak belki de bu kısır döngüden çıkmamızı sağlayabilecek yegâne şey.
Popüler olamamaktan korkmak
Popüler kültüre baktığımızda adından en çok söz ettiren giyim tarzlarının toplumda her daim “kötü” ve uygunsuz görülmesi, bize çizilen sınırları aşmaktan ne denli korktuğumuzun da bir kanıtı sanki. Kopyalanması çok da kolay olmayan 90’lı yılların ve hala günümüzün stil ikonu olan Carrie Bradshaw stili, ya da şimdi aynı formülü uygulayan “Emily in Paris” gibi yapımlar cesur ve çizgi dışı stiller sunarak popüler kültürde kendilerinden çok fazla söz ettirmeyi başarıyor aslında. Örneğin bugün her birimizin dolabında olması muhtemel küçük siyah elbise modelinin Coco Chanel tarafından tasarlanıp sunulduğunda büyük bir tepkiyle karşılaşması onu zamanının
en kötü karşılanan tasarımlarından biri yapmıştı. Büyük ödül törenlerine ya
da yeni çıkan müzisyenlerin gardırop seçimlerine baktığımızda bir ünlünün ne kadar “kötü” giyindiğini düşünürsek, o kişi o derece popüler olmayı başarıyor sanki. Güvenli sularda yüzmeyi tercih eden konformist kişiler ise sade bir gülümseme ile onaylanıp hafızalardan siliniyor genelde. Sanki hepimizin görevi bizim için belirlenen uygun moda standartlarına boyun eğip fazla çalkantı yaratmamak, bunu yapanları onaylamak farklı olma cesaretine sahip olanları ise ayıplamak. Bu sebeple kimliğimizi özgürce yaşarken ayıplanma ihtimalini göze almak yerine ait olacağımız standardize bir dünyayı tercih ediyor
ve korkularımızı besleyen kişileri zengin ediyoruz. Modayı takip ettiği mesajını vermek ve ait hissetmek adına trendlere bağlı kopyala yapıştır giyinmek renklerimizi birer birer kaybetmemize ve kendimizi akıl hastanesi dekorasyonu gibi tepki uyandırmayacak kıyafetlere mahkûm etmemizi sağlıyor.
Moda endüstrisi “daha önemli” bulunan işler yanında çoğu zaman hafif görülen ve etkisi azımsanan fakat toplumsal değişimi içinde barındıran bir Truva atı gibi oysaki. Bu modern yaşamın karmaşası içinde kendimizi bulmak ve kendi stilimizi oluşturmak, aslında en önemli mücadelelerimizden biri. Kıyafetlerimiz aracılığıyla kendimizi ifade etme imkanını tekrar kazanmak, onların yapımında ne kadar çok insanın söz sahibi olduğunu ya da olamadığını anlamak, sadece bireysel bir özgürlük değil, toplumsal bir dönüşümün de kapılarını aralayacaktır. Tıpkı Miranda Priestly’nin dediği gibi, üzerimize giymeyi tercih ettiğimiz ürünlerin hikayesini bilmiyor olmayı bir erdem olarak kabul etmeyi bırakıp üzerimizde taşımaya değer gördüğümüz ürünlerin toplumun yapı taşını oluşturan pek çok aşama için önem taşıdığının
farkına varmalıyız. Bizi aynılaştıran dış görünüm üzerindeki baskılara karşı durarak, farklı olanın değerini kabul etmek, kısır döngüden çıkmamızın anahtarı olabilir. Eğer bu dönüşümü sağlarsak, yaratıcı ve özgün tarzların zenginliğine kucak açacak, her bireyin kendi kimliğini ve duygularını yansıtan daha renkli bir dünya yaratacağız. Artık modanın bir sömürgeci gibi üzerimizden kazanç sağlamasına sırt çevirip onu kendimizi özgürleştirmek için kullanabiliriz. Bu yolculuk belki de tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamak ve gerçek kimliğimize ulaşmak açısından en önemli adımımız olacaktır.