ÜTOPYA VS DİSTOPYA PART 2
Cisim Design’ın kurucu ortağı mimar Emre Özücoşkun, “Metropolü ‘metropol’ yapan gökdelenlere yöneltilen eleştirilere, estetik ve ekolojik hamlelerle cevap vermek mümkün mü?” sorusuna cevap arıyor.
One Central Park
Avustralya’nın Sidney kentinin merkezinde, biri 84 diğeri 117 metrelik iki kuleden oluşan bir kompleks One Central Park. Fransız mimar Jean Nouvel ile yine Fransız botanikçi ve sanatçı Patrick Blanc’ın ortak çalışması. İlk dört katı alışveriş merkezi, üst bölümleri ise konut olarak kullanılıyor. Cephesinin yüzde 50’si bitkilerle kaplı olduğu için sıra dışı bir görünüme sahip. Yüksek olan kuleden konsol çıkan -aynalardan oluşan- dev panelin güneş ışığını yansıtması sayesinde karanlıkta kalan alt katların da aydınlatılması, gökdelenler için yapılan eleştirilerin en başlarında gelen bu sorununun estetik bir hamleyle çözümü olmuş. Aynaların arasına yerleştirilen LED aydınlatmaların havanın kararmasıyla devreye girmesi de binaya heykelsi bir hava vermiş. Yaklaşık 1000 metrekareye yayılan ve 35 farklı bitki türü barındıran dikey yeşil alanın, büyüklük ve bitki türü çeşitliliği olarak eşi benzeri yok. Topraksız bitkilendirmeye imkan veren hidroponik sistem ve ‘yoğunlaştırılmış güneş sistemi’ olarak adlandırılan heliostat sistem sayesinde bitkilendirme ve güneş ışığı üzerindeki kontrol arttırılıyor; sulama ve ışık en zor noktalara dahi ulaşıyor. Yemyeşil olan bina bu sayede karbondioksit emiyor, oksijen salıyor ve enerji tasarrufu sağlıyor.
Forte Tower
Sadece 10 katlı bir binanın gökdelenlerle birlikte anılması garip gelebilir ama Avustralya merkezli inşaat devi Land-Lease tarafından Melbourne’de inşa edilen Forte Tower’ın farklı bir özelliği var: Herkesin bildiği çelik ve beton gibi malzemelerle değil; CLT (Cross Laminated Timber) yani çapraz lamine edilmiş kereste ile inşa edilen dünyanın en yüksek binası olması. Fakat bu unvana uzun süre boyunca sahip olamayacağını söyleyebiliriz çünkü İsveç’te, Avusturya’da ve Kanada’da aynı malzeme ve teknikle 30 ve üstü kat sayısına sahip binalar inşa ediliyor. Yani yeni yüksek yeşil binalar yolda.
Gelelim çelik ve betonun çevreye zararlarına… 19. ve 20. yüzyılın malzemeleri olarak anılan çelik ve betonun karbon ayak izi, 21. yüzyılın malzemesi ahşap ile karşılaştırıldığında çok daha fazla. Ayrıca ciddi enerji gereksinimleri olduğunu söyleyebiliriz. Sera gazı salınımının sadece ısıtma, soğutma, aydınlatma gibi kullanımlar sırasındaki gereksinimlerle ortaya çıktığı düşünülür; inşaat sırasındaki salınım hesaba katılmaz. Oysa betonun ana malzemesi olan çimento üretimi ve çelik, insanlığın saldığı toplam sera gazının yüzde 10’undan fazlasını oluşturuyor. Forte Tower’dan yola çıktığımızda, yapının inşasında bu iki malzeme yerine CLT kullanılarak 7000 tonluk bir karbon üretiminin engellenmiş olduğunu görüyoruz. Bu azımsanamayacak miktar da trafikten hemen hemen 345 aracın çıkarılmasına tekabül ediyor.
The Shard
2012 yılında açıldığında İstanbul’daki Saphire’i tahtından indirip Avrupa’nın, dolayısıyla Londra’nın en yüksek binası unvanını kazanan The Shard, her sembol yapı gibi fikir aşamasından itibaren tartışmaların odağındaydı. Londra, modernizm kadar tarihi dokusunu muhafaza etmede de öncü olduğundan bu tartışmalar diğer birçok şehre göre daha sert geçti.
2000 senesinde, projenin sahibi Irvine Sellar ile mimar Renzo Piano’nun Berlin’de bir öğlen yemeğinde bir araya gelmesiyle başlayan maceranın, 12 senede tamamlanabilmiş olması sürecin ne kadar sancılı geçtiğinin bir kanıtı. O toplantının detayları ise oldukça ilgi çekici: Paris’teki Centre Georges Pompidou binasının da mimari olan Piano yüksek bina tasarlama fikrine ilk etapta sıcak bakmazken Thames Nehri ve civarındaki demiryolu raylarının görüntüsünün büyüsüne kapılıp yaptığı birkaç eskiz ile hem projeye ısınır hem de Sellar’ı etkilemeyi başarır. Piano’nun eskiz yaptığı kağıda yazdığı “Renzo’dan Irvine’e. Mayıs 2000” notuyla The Shard’ın startı verilmiş olur. Londra kiliselerinin sivri kulelerinden esinlenerek tasarlanan 310 metre yüksekliğindeki heykelsi bina, içinde 200 odalı otel, restoranlar, ofisler, gözlem alanları barındırıyor. Sekiz adet büyük, eğri cam parça birleşerek sivri kuleyi oluşturuyor ve The Shard’ın karakterinde belirleyici bir rol üstleniyor. Cam kabuklar, kuleye bakanların günün her dakikası değişen hava şartları sayesinde farklı açılardan farklı renk ve ışık oyunları algılamasını sağlıyor. Açılmasının üzerinden beş yıl geçmesine rağmen her geçen gün artan ziyaretçi sayıları ve azalan eleştiriler gösteriyor ki Londralılar, Paris halkının Eiffel’e zamanla alışması gibi the Shard’ı kabulleniyor.