ÜTOPYA VS DİSTOPYA PART 1
Cisim Design’ın kurucu ortağı mimar Emre Özücoşkun, gökdelen konseptinin furya olmadığı bir ütopyadaki esas karakterleri yazdı -ve çizdi. Yalnız çizimler için yarın yayınlayacağımız Part 2’yi beklemeniz gerekiyor.
Bu toprakların Sinan’dan sonra çıkardığı en bilge mimar Turgut Cansever’in Kubbeyi Yere Koymamak kitabında belirttiği gibi; ‘Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü’ mü gerçekten? J. G. Ballard’ın -Ben Wheatley tarafından filme de uyarlanan High-Rise kitabında işlediği gökdelenlerin, sistemin kurucusu dahil herkesi yalnızlaştırdığı, yalnızlaştırdıkça da ilkelleştirdiği düşüncesi doğru mu?
Sistem eleştirileri bir yana, modern mimarinin gelişiminin ve artan dünya nüfusunun gökdelenlerin inşasını kaçınılmaz kıldığı bir gerçek. Fakat ironik olan şu: Dünyanın ilk gökdeleni inşa edildiğinde ne sistem eleştirileri ne modern mimari ne de artan nüfus problemi vardı. Yemen topraklarında yaşayan Ad Kavmi ve onların devamı Hadramilerin M.S. 150-160 yıllarında çamur ve kerpiçten inşa ettiği yapılar, bugün dünyanın ilk gökdelenleri olarak kabul ediliyor.
Daha yakın döneme geldiğimizdeyse 1871 Chicago yangını ardından artan arsa fiyatlarının yeni yapım tekniklerini ve teknolojilerini geliştirmeye ittiği, böylece Chicago Okulu’nun doğduğu bir tablo karşımıza çıkıyor. Çelik iskelet sistemini geliştiren Chicago ekolü, ilk yüksek yapıları inşa etmeye başlıyor. 1885 yılında William Le Baron Jenney tarafından yapılan ve dünyanın ilk yüksek binası olarak kabul edilen Home Insurance’ın Chicago’da bulunmasına şaşırmamalı.
Teknolojinin gelişimine paralel olarak artan gökdelen sayısı, 20. yüzyılın sonlarına doğru Amerika’nın ardından Uzak Doğu ve Avrupa’da boy göstermeye başlıyor; Avustralya ve Orta Doğu ülkelerinde de hızla yayılıyor. Günümüzde özellikle Orta Doğu ülkelerinde bir güç göstergesine dönüşen bu yapılara her gün bir yenisi daha eklenirken, Avrupa’da çevreye duyarlı malzemelere yönelen ve kendi enerjisini üretebilenler ön plana çıkıyor. Bu konuda başı çeken ülkelerse İsveç, Avusturya, Fransa. Fakat aralarında yeni bina yapımı konusunda neredeyse en katı kurallara sahip olanlar Fransızlar. Zaten konuyu ne kadar önemsedikilerini Paris Belediyesi’nin düzenlediği ekolojik gökdelen yarışmalarından da kolayca anlayabiliriz.
Bunun yanında ekolojik dalganın bu ülkelerle sınırlı kalmayacağını; yakında ahşap konstrüksiyonlu, kendi enerjisini üreten, çevreye duyarlı gökdelenlerin, tarihi binalarıyla ünlü Avrupa’nın büyük bir kısmını etkisi altına alacağını da öngörebiliriz. Çevreye duyarlı gökdelen konseptinin tamamlanmış harika örneklerini, kıta değiştirdiğimizde de görüyoruz. Mesela Avustralya’da konuşlanan, tamamen ahşap taşıyıcılı, dünyanın en uzun binası Forte Tower’da yaşam çoktan başladı. Yine Avustralya’da, cephesinin yarısı canlı bitkilerle kaplı, güneş ışığından maksimum oranda faydalanan ve kendi enerjisini üreten One Central Park, ‘ekolojik gökdelenler’e başarılı bir diğer örnek.
Dünyanın neredeyse tüm metropollerinde hızla yayılan gökdelenleri ‘şehirlerin kalbine saplanmış bıçaklar’ olarak tasvir edenler de var elbette. Bu eleştiri, Londra’nın merkezinde yükselen ve 21. yüzyılın Eiffel’i olarak da adlandırılan The Shard için yapılıyor. The Shard, gökdelenleri savunanlar ve nefret edenler için sembol konumunda bir yapı. Her iki tarafın argümanlarına bakarsak; gökdelen tartışmaları kısa zamanda sonlanacakmış gibi durmuyor.