RÜZGAR YÜKSELİYOR
İnsanlığın gökyüzüyle ilişkisine dair kısa bir havacılık hikayesi…
2003’ün Haziran ayında Felix Baumgartner kendi salt enerjisi ve karbon kanatlı bir uçuş ekipmanıyla eski bir savaş uçağıyla gökyüzünde yarışan ve onu geçebilen ilk insan olmuştu. Yaklaşık iki ay sonrasında da Dover’dan Calais’ye, İngiliz Kanalı’nın üzerinde yine karbon kanatları ve hiçbir destek enerji kaynağı olmadan 34 km’lik bir uçuş gerçekleştirdi. Uçaklar her zaman güçlü olmuştu, ama Felix önce birini alt etmişti sonra da onlardan birine gerek duymadan amacına ulaşmıştı. Bir sonraki büyük adımında bu kez uçaklara yer yoktu, hedef en yükseğe çıkıp en büyük hızı yakalayabilmekti. 2012’deki Stratos projesi 39.000 metreyi, en uzun süreli serbest düşüşü ve ses hızını yakalamayı amaçlıyordu. Felix 39.969 metreden ‘dünyaya atladı’, yaklaşık 4 dakika ve 19 saniye boyunca düşüşteydi ve bu süre içerisinde 1.357 km’lik hıza ulaşarak Mach 1’i geçmeyi başardı. ABD’li eski savaş pilotu Joseph Kittinger’ın en uzun süreli serbest düşüş zamanını geçemedi, ancak gökyüzüyle bu kadar organik bağ kurabilen ilk insan oldu. Hikayenin bu kısmı yeterliliklerimizin bizi tatmin ettiği noktayı işaret ediyordu, bundan öncesi ise bu aşamaya gelebilmemiz için gösterdiğimiz çabaların bir bütünü niteliğindeydi.
Modern uçak anlayışımızın temelini oluşturan; kuş uçuşunun gözlemi ve fiziksel alt yapıyla sunumu, kanat açıları, hava akımı ve güç-ağırlık dengesi gibi kavramları İngiliz mühendis Sir George Cayley 19. yüzyılın ilk yarısında oturtmuştu. Bunun ardından buharla çalışan motorlar güç kaynağı olarak gündeme geldi, hatta ilk kez 1888’de Londra’da düzenlenen havacılık fuarında John Stringfellow en iyi güç-ağırlık dengesine sahip buhar motoru icadıyla 100 Sterlin değerinde bir ödülün sahibi oldu. 1900’lerin başına kadar geçen süre teorik anlamda oldukça zengindi; havacılığa dair fikirler, kitaplar ve çizimler çoğalıyordu fakat, gerçek anlamda atılım 20. yüzyılda gerçekleşti.
Jules Verne’in büyük hayranı olan ve eğitim hayatını Fransa’da sürdürmeyi seçen Alberto Santos-Dumont buradaki araştırmaları ve eğitimi sırasında havacılığa büyük merak sardı ve bugün Brezilya’da ‘Havacılığın Babası’ olarak anılmasına sebep olacak başarılara imza attı. Sabit kanatlı uçakların egemen olmasından birkaç yıl önce Santos-Dumont içten yanmalı motora sahip bir zeplinle Parc Saint Cloud’dan Eyfel Kulesi’ne ve tekrar Parc Saint Cloud’ya turunu 30 dakikanın biraz altında tamamlayarak büyük bir engeli aşmıştı. Uçan bir nesne yaklaşık yarım saat boyunca havada kalmıştı, bundan sonrası için yeni adımlar gerekiyordu. Bugün bildiğimiz uçakların atası sayılan; sabit kanatlı ve Wilbur Kardeşlerin ‘Wright Flyer’, tarihçilerin ise ‘Flyer 1’ ya da ‘1903 Flyer’ olarak adlandırdığı mühendislik eseri, bu yeni adımların ilkiydi. Hatta çok sağlam bir hamleydi ve bugün tanık olduğumuz havacılık eserlerinin birçoğunun ilk versiyonuydu. Şu an Washington’daki National Air and Space Museum’da bulunan uçak 1903’te Kuzey Carolina’da yaklaşık 3 metrelik yüksekliğe çıkmayı başarıp yeni bir kapının açılmasına öncülük etti. Tabii yeni olan her şeyde olduğu gibi uçaklar da başta şüpheyle karşılandı, Avrupa sanayii anlamında gelişiyordu ve elle tutulur hammadde daha önemliydi. 1907’de Alberto Santos-Dumont’un Fransa’da çift kanatlı 14-bis’iyle yaptığı uçuş rekor sayıda izleyicinin önünde gerçekleşmişti ve Dumont 25 metre yükseklikte 60 metre mesafe kaydetmişti. Ertesi yıl 220 metreyi 21.5 saniyede kat etti ve uçabilmek bir nevi gövde gösterisi olarak kabul edildi. Bundan sonrasında kamuoyu fikrini değiştirdi.
Birçok teknolojik yeniliğin önünü açan askeri yatırımlar uçakları da kanatları altına almıştı. İtalyanlar uçakları ilk kez ordu himayesine alanlardı, üstelik bu avantajlarını Trablusgarp Savaşı’nda bize karşı kullananlar da onlardı. İtalyanlardan sonra bu kez Bulgaristan yine Balkan Savaşları’nda uçakları kullanmıştı, ilk örnekler genellikle bomba taşıyan uçaklar üzerine kurgulanmıştı. Gökyüzünde it dalaşına girebilmek için I. Dünya Savaşı beklenmeliydi, bugün tenisteki dört büyük Grand Slam’den biri olan Fransa Açık ya da namı diğer Roland Garros’a adını veren savaş pilotu Roland Georges Garros uçağının önüne bir makineli tüfek monte ederek it dalaşlarının temelini attı. Almanlar ise bu uçakları konsept olarak sunanlardı, bu dönemde pilotlar Orta Çağ şövalyeleri kadar itibar görüyordu ve Manfred von Richthofen (Red Baron) bu pilotlar arasında 80 zaferle bir dönem kahramanı ve korkulu rüyaydı. Askeri yatırım ve savaş dönemi uçakların gelişmesinde büyük önem teşkil etti, I. Dünya Savaşı’nda gerçek anlamda test edilen uçaklar beklenen İkinci Dünya Savaş’ı için hazır edilmeye başlanmıştı bile. Hayao Miyazaki’nin ‘The Wind Rises’ını izleyenler hatırlar; Jiro’nun Almanya seyahatinde ziyaret ettiği, üstün teknoloji uçakları barındıran fabrika Hugo Junkers’indi, Junkers havacılık tarihinde bir devrim yapmıştı. I. Dünya Savaşı esnasında Alman mühendis ahşap gövdeli uçaklardan güçlü motorlara ve alüminyum gövdelere sahip uçaklara geçişin öncüsü olmuştu. Junkers sayesinde uçaklar daha dayanıklı hale geldi, bununla beraber pilot, dolayısıyla da gelecekteki potansiyel yolcular daha güvenli seyahat edebilecek avantaja kavuşmuştu. Junkers bir dahiydi, fakat Nazi hükümetiyle iş yapmayacak biriydi, zaten savaştan önce 1935’te hayatını kaybetmişti. II. Dünya Savaşı radar teknolojilerinin gelişimine, jetlerin ortaya çıkışına ve dikey kalkışa tanık olmuştu; dikey kalkış başlı başına büyük bir önem taşıyordu ki savaş sonrasında Amerika bu teknolojiyle Ay’a ayak basabilmişti.
Dikey kalkış ve roket teknolojisi üzerine Nazi Almanya’sında çalışmalar yapan Wernher von Braun Almanya’nın savaşı kaybetmesinin ardından Paperclip Operasyonu’yla (1.500 Alman bilim insanı savaş sonrası Amerika’ya getirilmişti) Amerika’ya yerleşmişti, Nazi teknolojilerinden yararlanmak isteyen Amerika Von Braun’u, Explorer I ve Apollo programlarında aktif olarak kullandı. Roket teknolojileri II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’ya geçmişti ve Birleşik Devletler bunu uzay yarışında etkin bir biçimde kullandı. 25 Mayıs 1961’de Kongre’de konuşan John F. Kennedy bir insanı Ay’a gönderip güvenli bir şekilde geri getirmeyi istediğini ilk kez ciddi olarak deklare etmişti. Kamuoyu daha öncesinde bunun mümkün olamayacağını düşünse de Kennedy’nin sözü insanlara umut aşılamıştı. Sovyetlerin 1959’daki Luna 2 projesi sonrasında Amerikalılar Ay’a gitmeyi bir gurur meselesi haline getirmişti. Kennedy 1963’teki suikast sebebiyle Ay’a ayak basanları göremese de hayalleri insanlığı uzayın bir üyesi yapmaya yetmişti. Üç yıllık Apollo programları sonucunda 12 insan Ay’da yürüme başarısını gösterdi.
Tıpkı Kennedy’nin 1961 Mayıs’ında Kongre’de yaptığı konuşma gibi Elon Musk da 2016’nın Eylül ayında 67. Astronautical Congress’de Mars’ın kolonileştirilmesine dair bir dizi açıklama yaptı. Musk’ın hayalleriyle Kennedy’ninkiler ortak paydadaydı, ancak Musk uzayda sürekli bir yaşamın başlaması gerektiğini düşünüyordu, 55 yıllık süre, insanlığın Ay’a ayak basma hayallerini Mars’ta evrimlerine devam etme düşlerine dönüştürmüştü.