Lüks Bİr Maison Sanat KoleksİyonuNU Nasıl Yapıyor?
Markalar artık reklamlarda yer alış biçimleri gibi, sahip oldukları sanat eserleriyle de vizyonlarını göstermeye çabalıyorlar. Peki, bu durumda nasıl tarafsız olacağız? Yazı Müjde Metin
Sanat ve moda kelimelerinin kesişimini, dostluğunu, kıyasını, benzerliklerini veya zıtlıklarını ele alan değerlendirmeler sürekli yapılıyor; muhtemelen de yapılmaya devam edilecek. Tasarımcı odaklı düzenlenen retrospektif sergiler, bu tartışmaları açan en popüler etmenlerden. Fakat bazı büyük müzelerde gösterilen bu Alexander McQueen ve Jean Paul Gaultier gibi tasarımcı sergilerinin (ve konuşulan açılışlarının) yanı sıra, yakın tarihte markalar, düzenledikleri genç sanatçı ödülleri ve halka açık çağdaş sanat vakıflarıyla, çerçevede modanın pek olmadığı salt sanat piyasası odaklı adımlar atıyor. Üstelik bu devri başlatan markanın Cartier olması da, resmi açıdan sanata ilk basamağı moda tasarımlarının atmadığını gösteriyor.
Sanatçı Filtresi
Öncelikle 1984 yılında Alain Dominique Perrin, Fondation Cartier pour l’art contemporain’i kurdu. Kimliğini merak, heterojenlik ve orijinallik üzerine kurduğunu belirten bu çağdaş sanat kurumu sayesinde birçok sanatçının sanat piyasasında isimleri güçlendi. Pierrick Sorin, Marc Newson, Patrick Blanc ve Ron Mueck gibi ünlü sanatçılar, ilk dönem işlerini burada sergilemişti. 1996 yılında açılan Fondazione Nicola Trussardi de, benzer bir bağlamda, sanat koleksiyoneri veya müze olarak konumlanmayıp, daha çok modern sanat üretimini desteklemeye çalışıyor. Tate Modern, Venedik Bienali ve Kunsthaus ile işbirlikleri yaparak farkını ortaya koyuyor diyebiliriz. Zira Fondazione Nicola Trussardi’nin başında, aynı zamanda geçen Venedik Bienali’nin küratörlüğünü ve New York’taki New Museum’un direktörlüğünü yapan, sanat eleştirmeni ve küratör Massimiliano Gioni var. Dolayısıyla sergileri de ses getiriyor. Şu sıralar gösterimde olan, 20. ve 21. yüzyıldaki annelik kavramının görsel kültürdeki yansımalarına değinen The Great Mother sergisinde, Alice Neel, Barbara Kruger ve Gillian Wearing gibi önemli isimlerin yer aldığı 140 sanatçının eserleriyle yapılan bir seçki sunuluyor. Max Mara’nın kurduğu Collezione Maramotti’deki bazı eserlerin, Whitney Bienali kapsamında sergilenmesi “nitelikli koleksiyonerliği” ayırt edebileceğiniz ince örneklerden. Diğer bir deyişle, lüks markalara ait bu vakıfların düzenledikleri bu tür sergilerin ve bünyelerine dahil etmek üzere seçtikleri eserlerin, daha küratöryal bir bakışla düşünülmesi şart. Zira aksi takdirde, popüler olanı daha da popüler bir balona koymaya çalışmaktan öteye gitmeyen yaratımlar/kazanımlar göreceğimiz aşikar. Durumu “moda-sanat mekanı” kalıbından çıkaracak, nitelikli ve taze sanat filtrelerine ihtiyaç var…
Risk Sevmeyen Seçkiler
Mesela, Maison Martin Margiela’nın benimsediği komün yaklaşımıyla, Jil Sander’in yenilikçi minimalist vizyonuyla veya Vivienne Westwood’un kitsch ve protest tavrıyla kurulabilecek vakıfları hayal edince, şimdikilerin gösterdikleri sanat koleksiyonlarıyla, bazı noktalarda “show-off” vaziyeti yarattıklarını inkar edemiyoruz. Örneğin, Fondazione Prada’nın Louise Bourgeoise veya Robert Gober’in eserlerine sahip olmasının, sanat dünyasına aşina bir sanat-severi/sergi-gezeri ne kadar heyecanlandırabileceği konusu şüpheli… Ama zaten Fondazione Prada’yı hayata geçiren Miuccia Prada ve Patrizio Bertelli’nin sanat koleksiyonerleri olduğu biliniyor. Saygı toplayacağı gerçeğe dönüşen “ultra-ünlü” sanat eserlerinin, Prada ve Bertelli’nin şahsi koleksiyonlarında arz-ı endam ederken, kurdukları vakıfta da yer alması, kurum anlamında kolaya kaçmak olsa da, elbette hayli normal. Fakat öte yandan mekan olarak, estetik ve politik kavramlar üzerine gitmeye, Rönesans’tan modern zamanlara kadar kültürel karşılaştırmalar yapmaya çabaladığını da es geçmeyelim. Ne de olsa Polanski’nin filmini, yanında sergilenen Roma heykelleri eşliğinde izleyebilmeniz söz konusu. Kısacası bu kategoride esas konuşulması gereken, koleksiyonlarda neden sanat dünyasının en parlak isimlerinin yer aldığı değil; düzenlenen sergilerde sanat izleyicisine yeni perspektifler kazandırabilecek taze fikirler ortaya koymanın neden önem taşıdığı. Örneğin Cartier de, Nobuyoshi Araki, Issey Miyake, William Eggleston, Bruce Nauman ve David Lynch gibi çağımızın saygın isimlerini ağırlıyor. Diğer taraftan ise, 15 Kasım’a kadar sürecek Beauté Congo sergisiyle, Kongo’nun 100 yıllık modern resim sanatına özgün bir mercek tutuyor.
Mimari Gösteri
Lüks markaların vitrinlerine ve mağaza içi tasarımlarına gösterdikleri özen, sanat mekanlarının mimarisine en gösterişli şekliyle yansıyor. Frank Gehry’nin Fondation Louis Vuitton’u; Rem Koolhas’ın Fondazione Prada’sı; 20. yüzyıl Roma yapılarının en önemlilerinden kabul edilen Palazzo della Civiltà Italiana binasının Fendi’ye 15 yıl sanatsal ev sahipliği yapacak olması… Bunlar, ilk akla gelenlerden. Fondazione Prada’da (özellikle renk paleti) Wes Anderson imzalı Bar Luce adlı bir café de yer alıyor.
Bundan Sonra
Moda ekseninden bakacak olursak, moda, hep sanat dünyasıyla arasını ısıtmaya meyilliydi, geçmişte korelasyonları daha basitti. Yves Saint Laurent’ın Mondrian, Picasso ve Matisse ithafları; Vivienne Westwood’un Boucher baskılı korseleri; Rodarte’nin Van Gogh’u refere eden çiçekleri gibi örneklerle sınırlar belliydi. Ayrıca sanat dünyasına yakın olmak modanın işine yarıyordu çünkü bugünkü kadar ciddiye alınmıyordu. Ve sanat da, moda endüstrisini finansal bir kaynak olarak görüyordu. Ama isteyelim ya da istemeyelim, durum açıkça değişti. Değişimin ucu da halen açık. Şimdi moda dünyası da para piyasalarında ağır bir top; bu yüzdendir ki moda ve sanatla ortak bir yaşam alanı inşa ediliyor. Bu işin içine lüks segmentin girmesi ise, başarılı olanı ayırt edebilmekteki hassasiyeti artırıyor. Çünkü gösterilen şatafatlı koleksiyonla yalnızca markanın itibarının yükselmesini hedeflemek, bir kurumsal strateji yanılsaması. Bir vakfı tebrik etmeden veya üzerini çizmeden evvel, vitrinleri (ve tabii podyumları) değil, sanat seçkisiyle ve yönüyle, üzerine gidilen konseptleri, yaratılan temaları irdelemeye başlamak lazım…