HEUER KRONOGRAFLARI
Heuer tarihindeki kronografların hikayelerini merak edenlerdenseniz şanslısınız; kronolojik olarak, amaçlarına ve fonksiyonlarına odaklanarak markanın modellerini inceledik.
Her manüfaktürün yaratılışında kurucuların oluşturduğu bir misyon vardır; kimileri kasa işçiliğini ön plana çıkarırken bazıları kendi mekanizmalarını yapmak için yıllarca çalışır. Bazen orduya dalış saatleri üretmek birincil hedef olurken kimi zaman sade ve zarif smokin saatleri tek başına bir markanın geleceğini yaratır. Bu durum yüz yıllardır saat üreticilerinin birbirinden ayrılmasına imkan verdi, her biri profesyonelleştiği alanda kendi yolunu çizdi ve rekabet çizgisi bağımsız kollara ayrıldı, bu durum da biz tüketicilere bağımsız opsiyonlar sundu.
Heuer (1860’ta kurulan Heuer 1985’e kadar sadece manüfaktürün kurucusu Edouard Heuer’in soy ismini taşıyordu) erken sayılabilecek bir dönemde faaliyetlerine başlamıştı ve yine erken sayılabilecek bir zamanda muadilleri cep saatleri üzerinde uzmanlaşmaya çalışırken hassasiyet kavramını çağın ötesine çekmeyi kendine misyon edinmişti. Jura bölgesinde yer alan St. Imier’deki ilk atölye belki coğrafyadaki materyallerin getirdiği zenginlikle onları kasa işçiliğine yöneltebilirdi, fakat Edouard Heuer zamanı gösteren bir ürünün onu en doğru şekilde iletmesini istiyordu. Bu yüzden Heuer daha ilk günden itibaren çalışmalarını bu doğrultuda ilerletti. Ancak kağıt üzerinde bu kadar basitmiş gibi görünen planlama aslında o kadar da kolay gerçekleştirilebilecek bir şey değildi.
1888’de Heuer’in aldığı stopwatch patenti
Heuer’in örnek alabileceği öncüller mevcut değildi, üretici her şeyi sıfırdan yapmak zorundaydı. Patentler de bu işin bir parçasıydı. Heuer ilk olarak 1869’da kurma sistemi üzerine bir patent geliştirdi, sistem sadece tepe kolunu kullanmasıyla pratiklik sunuyordu ancak manüfaktürün çığır açan gelişimi bu değildi. Heuer’in geleceğini şekillendiren patent 1887’de geldi. Salınım yapan çarklar markanın kronograf fonksiyonu üzerine yoğunlaşmasına imkan verdi. Çarklara hükmeden mandallar farklı zaman dilimlerini istenildiği şekilde harekete geçirmeye ve durdurmaya yarıyordu. Bu gelişim zaman ölçümünün istenilen aralıkta ve hassasiyette yapılmasını sağladı. Sistem üzerinde uzmanlaşmak Heuer’in fazla vaktini almadı, zamanı ve kronografın ölçtüğü zaman dilimini göstermeleri markanın elini güçlendirdi. Ancak patentin dashboard ekipmanlarına ya da kol saatlerine geçmeden önce kendisini ispatlaması gerekiyordu ve bunun için bilinen en iyi yol spor etkinlikleriydi. Bugün motor yarışlarında saniyenin binde birini ölçmek belki kimsede hayranlık uyandırmıyor olabilir ama 1916’da saniyenin yüzde birini hatasız biçimde belirtmek Heuer’in önüne birden fazla kapı açtı.
1900’lerin başında zaman ölçümü üzerine profesyonelleşenler saniyenin sadece beşte birini ölçebiliyordu, ancak teknolojik gelişimler bundan fazlasına ihtiyaç duyuyordu. Gerek formal bilimlerde gerekse de üretim aşamasında fabrikalar ve spor etkinliklerinde güvenilirliği artırmak isteyenler için saniyenin beşte biri yeterli veriyi sağlayamıyordu. 1914’te Heuer bu soruna çözüm üretmek amacıyla çalışmalara başladı; iki yıllık süreç, sonunda manüfaktürün Mikrograph’ı yaratmasını sağladı. Mikrograph bir stopwatch’du, yani zamanı göstermiyor onu ölçüyordu hem de saniyenin yüzde birine kadar hata yapmadan. Mekanizma saat 12 yönünde yer alan buton sayesinde aktif hale geliyordu, kadran üzerindeki üç büyük rakam saniyeyi, 100’e kadar uzanan küçük indeksler ise saniyenin alt birimlerini ölçüyordu. 12 yönünde yer alan tek alt kadran ise 60 saniyelik dilimi göstermeye yarıyordu. Ardından gelen Semikrograph modeli saniyenin ellide birini ölçmek için geliştirildi, dolayısıyla kadranda üç yerine altı rakam vardı. Fakat bu iki modelin ardından gelen Microsplit gelişmişliği bir başka aşamaya çekti, split second chronograph’ların öncülü niteliğindeki parça iki ayrı ölçüm yapıyordu, merkez odaklı iki ibre bir önceki turla güncel tur arasındaki zaman farkını gösteriyordu, ardından bu modelin de başına ‘se’ takısı alan bir türev üretildi.
1916’da lanse edilen Heuer Mikrograph
Omega şu an Olimpiyatlardaki zaman ölçümünü tekelinde tutuyor olabilir, ancak buna dair fitili ateşleyen ilk marka Heuer olmuştu. 1912’de İsveç’te gerçekleşen Olimpiyatların ardından organizasyon 1920’ye kadar yapılmamıştı ve o yıl etkinlikler için sıra Antwerp’e gelmişti. Komite zaman ölçümleri konusunda yetkili ismi Heuer olarak seçti. Markanın hem 1911’de ilk dashboard zaman ölçerini üretmiş olması hem de Mikrograph atılımı Olimpiyat komitesinin dikkatini çekmişti. 1924’teki Paris ve 1928’deki Amsterdam Olimpiyatlarında da bu gelenek devam etti; 20’ler büyük bir ekonomik gelişimin temelinin atıldığı yıldı, her şey yolunda gidiyordu ta ki 1929’daki kara perşembeye kadar. 30’ların ilk yarısına kadar büyük depresyon etkisini hissettirdi, bu dönemde Amerika pazarına giren Heuer bundan en az hasarla kurtulmayı başardı ve 1933’de Autavia gün yüzüne çıktı. Bildiğiniz üzere modelin hikayesi iniş ve çıkışlarla dolu; havacılık ve otomotiv sektörünü odağına alarak geliştirilen (Aut-omobile / Avia-tion) Autavia bir dashboard zaman ölçeri olarak yaratılmıştı. Kendisi o zamanlarda rallilere katılan Jack Heuer’i pist üzerinde haya kırıklığına uğratınca yerini Monte Carlo’ya bıraktı. Autavia’nın hassasiyeti tartışılmazdı fakat kadran üzerinde zaman okumak problem yaratabilirdi ve Jack Heuer dahi bununla yüzleştiyse sıradan bir pilot da bu problemle karşılaşabilirdi. 1958’de dashboard zaman ölçeri olarak hayatına son verilen Autavia 60’lardaki kronograf akımında manüfaktürün işine yarayabilirdi, Jack Heuer bunun bilinciyle gayet yerinde bir ismi olan modeli kol saati olarak baştan yaratma fikrini ortaya attı. Üstelik modele bir de döner bezel eklemeyi planladı, döner bezel dakikaları kolayca hesaplarken kadran üzerindeki indeksler ise dakikanın yüzde birini ölçmeye imkan veriyordu. Autavia bir kol saatine göre gayet kabul edilebilir özelliklerle donatılmıştı ve tıpkı üretimden kaldırılan ilk türevinden sonra gelen Monte Carlo gibi kısa sürede hedeflediği kitle arasında büyük etki uyandırıp tercih önceliği yaratmıştı. Basınca dayanıklı yeni çelik kasası, okumayı kolaylaştıran gece görüş özelliğine sahip ibreleri, anti manyetik mekanizması ve kronograf trendini belirleyecek derecedeki görsel çekiciliği kendisini bir adım öne çıkardı. Eski F1 pilotlarından Jochen Rindt de kendisini bu sebeple tercih etmiş olabilirdi, Ref. 2446 tarihteki en çekici Autavia’lardan biriydi ve 2017’de TAG Heuer modelin yeni edisyonunu sunarken Rindt’in de kullandığı modeli baz alarak tasarımını geliştirdi. 39 mm’lik Ref. 2446’nın 2017’de gelen güncel hali 42 mm’lik kasayla sunuldu, reverse panda kadrana sahip ve kahverengi deri kayış siyah ve beyazla beklenildiğinden çok daha uyumlu bir görünümde. Fotoğraflar üzerinden değerlendirme yapmak yerine modeli görmeniz gerektiğini özellikle belirtmem gerek, siyah ve beyazın kontrastı sizi etkileyen ilk bileşen olurken kayışın getirdiği vintage doku gerçekten 60’lara ait bir kronografla karşı karşıya olduğunuzu simgeler nitelikte.
İlk Autavia dashboard saati
Heuer Autavia ile profesyonel bir kronograf yaratmış oldu, ama Jack Heuer sektördeki açıklardan birinin daha farkına varmıştı. Kronograflar popülerdi ancak komplikasyon sadece bir fonksiyon olarak da tercih edilebilirdi. Bu yüzden kadranın Autavia’daki kadar ‘profesyonel’ olmasına aslında gerek yoktu. Heuer insanlara daha zarif bir model sunma fikrini ortaya attı ve Autavia’dan bir yıl sonra, 1963’te Carrera’yı yarattı. Autavia, Jack Heuer’in markanın başına geçtiğinde yarattığı ilk modeldi, Carrera ise ikinci. Zaten Heuer’in CEO’su Carrera’yı yaratma fikrine 1962’de kapılmıştı, hemen bir yıl sonrasında ise saat Basel’deki fuara yetiştirilmişti. Model adını İspanyolcada yarış anlamına gelen Carrera kelimesinden almıştı, buna ilham veren bir başka etmen de Meksika’nın Panamericana otoyollarında 1950-1954 yılları arasında düzenlenen ve Mille Miglia’nın bir türevi olan yarışlardı. Etkinlik en ölümcül otomobil yarışlarından biri olarak adını tarihe yazdırmıştı, popüler olmasına ve beş günlük çekişmeye imkan vermesine rağmen sadece dört yıl boyunca düzenlenmesi de hikayenin ardında yatan bu gerçeğin bir sebebiydi. Carrera adı her ne kadar tehlikeli bir geçmişten ilhamla ortaya atılmış olsa da bu isim altında sunulan modeller oldukça makuldü. Fırçalanmış görünüme sahip zeminler fazla kontrast yaratmayan iki ya da üç alt kadrana sahipti, bununla beraber kronograf butonları kasaya entegreymiş gibi görünmektense sanki onların bir uzantısıymış gibi duruyordu, tıpkı kulaklar gibi. Bu tasarım detayları da Carrera’yı incelikli bir parça yapıyordu. İlk türevlerde ibreler kılıç formundaydı, ardından çizimler onları baton göstergeler olmaya itti ve başlarda tasarımda yakalanamayan bütünlük kısa sürede elde edilmiş oldu.
Carrera Panamericana yarış posteri
Bu başarının ardından Jack Heuer pazarlama hamlelerine önem vermeye başladı, Amerika pazarına yönelmek adına İsviçreli bir saat manüfaktürü Amerikalı bir muscle car’ın adını kendi modeline verdi. Yastık kasa formuna sahip daha geniş çaplı bir Carrera diyebileceğimiz model Camaro adı altında sunuldu. Camaro kasa formu olarak Carrera’nın bir çeşidi, kadran tasarımı olarak da Autavia’nın çağdaş bir benzeriydi. Kendisi Jack Heuer’in pazarlama hamlelerine istenilen cevabı verdi, ancak manüfaktür otomatik kurmalı mekanizmalara yönelirken elle kurmalı kalibreye sahip Camaro Heuer’in planlamalarına ters düştü ve 1972’de üretimden kaldırıldı. Zaten üretici bu dönemde Monaco gibi bir modelin farklı şekilde pazarlanmasıyla istediği satış rakamlarını elde etmeyi başarmıştı. Monaco dörtgen kasaya ve daha önce muadiline pek de rastlanmayan mavi bir kadrana sahipti, üstelik manüfaktürün planlamalarına uygun bir şekilde otomoatik kurmalı mekanizmayla sunulmuştu. Deri kayış saati sportif gösterirken dörtgen mavi kadran benzeri olmadığı için tarifsiz bir yenilik sunuyordu, kendisi nereye doğru çekilirse oraya yönelebilecek bir parçaydı ve 1971’de Steve McQueen Monaco’nun yolunu Hollywood’a düşürdü. Le Mans filmi günümüzün ucuz aksiyonlarından pek farklı değildi ancak Steve McQueen maskülen bir karakteri canlandırıyordu ve yarış tulumuna ek olarak bir de Monaco kullanıyordu, üstelik bu model aktörün kendi seçimiydi. Dönemin en karizmatik figürlerinden biri olan hatta ‘King of Cool’ olarak anılan bir Hollywood starı sektörün en verimli döneminde gişede büyük başarı yakalayan bir yapımda Monaco’yu neredeyse başrole soyundurmuştu. Heuer daha büyük bir pazarlama hamlesini belki de hayal dahi edemezdi. Marka dörtgen kasanın farklı bir şey olduğunu kısa sürede fark etti ve tıpkı Autavia’dan sonra Carrera’da yaptığı gibi Monaco’nun da zarif bir türevini üretti. 1974’te ortaya çıkardığı Silverstone, Monaco ile yakalanan başarıyı sürdürmek amacıyla geliştirildi; kırmızı, füme ve mavi kadranlara sahipti, ancak artmakta olan ‘yarışçı ruh’ trendine ait değildi, bu yüzden kısa süreli bir ömrü oldu. 2010’da Heuer ikonu olarak baştan yaratılmasına rağmen 70’lerde sadece güzel bir anı olarak kalmıştı. İngiltere’deki yarış pisti Heuer’e pek yaramamıştı ama uzun bir aradan sonra tekrar başarılı günlerine dönmeye hazırlanan Ferrari’ye sponsor olmak Heuer’in elini güçlendirdi. 1975’te Mauro Forghieri’nin tasarladığı yeni Ferrrari 312T’nin koltuğunda Niki Lauda vardı ve Avusturyalı pilot o yıl Ferrari’nin uzun yıllardır beklediği şampiyonluğu takıma getirmeyi başarmıştı. Jack Heuer bunun şerefine İtalya’daki Monza yarış pistinin adını taşıyan ve Carrera’nın görünümünden esinlenen ancak PVD kaplamayla sunulan bir model yarattı. Monza görünüm olarak tamamıyla agresif ve sportifti. Model Ferrari’nin hayranı olmayanlar için dahi oldukça cazipti ve kısa süre önce tarihi parça bir kez daha TAG Heuer’in güncel koleksiyonuna eklendi.
Monza pistindeki Heuer standı
Edouard Heuer’in misyonu zamanı hassas bir şekilde göstermekti, mikrograph’la başlayan süreç F1 pilotları için çıkarılan modellere kadar devam etti. Zaman zaman elegan kronograflar kimi zaman ise bunların sportif ve maskülen versiyonları koleksiyondaki yerini aldı. Jack Heuer’in bu fonksiyona dair çalışmaları markaya bilinen en karakteristik kronograflardan bazılarını kazandırdı ve Jack Heuer’i de tarihin bu konudaki en önemli simgelerinden biri haline getirdi.
Açılış görseli: Monaco’yla özdeşleşen Steve McQueen