DALIŞ SAATLERİ RAPORU
Dalış saatlerinin bir yaşam döngüsü olduğunu biliyor muydunuz? İlk başta profesyonel bir amaç uğruna yaratıldılar, ardından trend olarak sunuldular ve farkında mısınız bilmiyoruz ama bu sadece bir kez gerçekleşmedi. Dalış saatlerini bekleyen ciddi bir gelecek olabilir.
Yerküreden 384 bin kilometre uzaklıktaki Ay üzerinde şu ana kadar 12 kişi yürüdü, okyanusların en derin noktasına ise henüz adım atabilmiş biri yok. Mariana Çukuru deniz yüzeyinden yaklaşık 11 kilometre aşağıda, şu ana kadar ikisi insanlı olmak üzere dört keşif projesiyle Pasifik Okyanusu’ndaki dip noktasına dair bilinmeyenler aydınlatılmaya çalışıldı; neyse ki insanlık, Ay’ın aksine Mariana üzerinde birkaç canlı formu buldu. Amerikalı Don Walsh ve İsviçreli Jacques Piccard derin denizlere meraklı iki okyanus bilimciydi, Piccard aynı zamanda denizaltı tasarımlarıyla da uğraşan bir mühendisti. Yola tek başına devam edemeyeceğini anlayınca o yıllarda denizaltılara merakı olan Amerikan Donanması’yla ortak çalışmalar yürütmeye başladı. Piccard’ın daha sonradan Trieste olarak adlandırılacak batiskaf prototipinin donanma tarafından satın alınması ve İsviçreli bilim adamının Amerika’nın bir çalışanı olması da bu sayede gerçekleşti. Trieste, bu aşamadan sonra yaklaşık 7.500 metreye dalabilecek kadar dayanıklı hale getirildi, Piccard bunun ertesinde donanmayı ikna ederek çalışmaları daha da hızlandırdı ve gözünü deniz tabanının en derin noktasına dikti. 23 Ocak 1960’ta Piccard ve Trieste batiskafında ona eşlik edecek olan Don Walsh Kuzey Pasifik Okyanusu’nda yer alan Mariana’ya dalmak için hazırlıklarını yaptı; ilk hali Jacques Piccard’ın aynı zamanda tekne tasarımcısı olan babası Auguste Piccard tarafından İtalya’da tasarlanan Trieste suya bırakılmaya hazırdı. Batiskaf ilk 9.500 metreyi sorunsuz olarak atlattı, tam o sırada yüksek bir çatlama sesi hem Piccard’ı hem de Walsh’u oldukça tedirgin edecek şekilde Trieste’nin içinde yankılandı, fakat programa sadık kalan ikili deniz tabanına inmeye kararlıydı ve sonunda taba rengi kumun yerden kalktığını görünce amaçlarına ulaştıklarını anladılar. Jacques Piccard, Trieste’nin camında oluşan küçük çatlak sebebiyle görevi 20 dakikayla sınırlı tuttu ve yaklaşık 3 saat 15 dakika sonra batiskaf başladığı yere, deniz yüzeyine geri döndü. Ulaşılan derinlik nihai kararla 10.916 metre olarak belirlendi, bunun 52 yıl sonrasında yönetmen ve kaşif James Cameron daha bilimsel bir araştırma için Mariana’ya indi, Cameron’ın ulaştığı nokta 10.908 metreydi. Bu iki insanlı keşif programının da ortak bir noktası vardı, her iki görevde de Rolex mekanik saat yapımcılığının temsilcisi olarak Mariana Çukuruna ziyarette bulunmuştu. 1926’da Oyster kasayı yaratan, ardından 1953’te Submariner modelini üreten Rolex, Jacques Piccard’ın dalış yapan Trieste’sinin dış gövdesine bir prototip yerleştirmişti. Deep Sea Special olarak adlandırılan bu saat 10.916 metreye kadar açık denizin basıncına maruz kalmıştı ve görev sonrasında Piccard, Rolex’e “Saatinizin 11 bin metre derinlikte de en az yeryüzünde olduğu kadar hassas çalıştığını bildirmekten mutluluk duyarım. Sevgiler, Jacques Piccard.” satırlarının yer aldığı kısa ve net bir mektup yazmıştı. Piccard’ın bahsettiği saat 2012’deki James Cameron keşfinde de batiskafın içinde yer aldı, yönetmenin kolunda ise yeni bir Rolex vardı; Deepsea Challenge adındaki özel modelin kadranında yer alan ‘12000 m’ ibaresi Mariana’nın Rolex için nihai son olmadığını gösteriyordu. Öylesine bir derinlikte Deepsea Challenge’ın karşı koyması gereken basınç santimetrekare başına bir tondu ya da basitçe 6 arazi aracının saatin üstünde yer almasına eş değerdi. Rolex kasa bütününü nitrojen alaşımlı paslanmaz çelikten üretilen ek bir halkayla korumuştu ve bu sistemin adı Ringlock’du.
Manüfaktürlerin kataloglarındaki modelleri tanıtırken kullandığı su geçirmezlik özelliğinin yaratıcısını Rolex olarak kabul edebiliriz, 1926’daki Oyster kasa mekanik saatleri su tehdidinden korumak için tasarlanmıştı, ancak onun öncesinde 1919’da Amerikalı üretici Gruen Watch Co. cep saatlerini toz ve darbelerden korumak adına kasayı koruma altına alan vidalı bir sistem geliştirmiş ve patentini almıştı, tesadüfe bakın ki Rolex de bu patentten faydalanan birkaç üreticiden biriydi. Yaklaşık 5 yıl sonrasında Hans Wilsdorf; Paul Perregaux ve Georges Peret tarafından yaratılan, kasadan dışarı uzanan dişli bir tüp üzerine vidalanan tepe koluna yönelik patenti satın aldı ve bunu henüz kimin yaptığı kesinleşmeyen bir kasayla birleştirdi. Sonuç? Oyster kasaya merhaba deyin. Dalış saatleri gibi bir sınıflandırmanın henüz ortaya çıkmasına yaklaşık 5 yıl vardı ve Oyster doğmuştu. Bir dalgıcın dalış esnasında da saat kullanabilmesi gerçek anlamda 1930’larda telaffuz edilmeye başlandı. Bu dönemde ilk adımlar Omega ve Panerai’den geldi. Omega kasayı koruyan ikinci bir parçayla tanıttığı Marine modelinin su geçirmezlik derecesini 1937’de 135 metre olarak tescil ettirmişti. Bunun bir yıl öncesinde ise Panerai sandviç kadranına radyumla kaplı indeksleri ve Radiomir ibaresini yerleştirmişti ve tabii ki bir Rolex kasası kullanmıştı. Radiomir sayesinde ordu dalış saatleriyle tanışmış oldu, Panerai modelleri İtalyanların özel birimi X Flotmas tarafından SLC’ler kullanılırken tercih ediliyordu. Bu kadar kısaltma kafa karıştırdıysa biraz daha açıklayıcı olalım: X Flotmas; İtalyan Donanmasının elit dalgıçlarının yer aldığı bir ordu birimiydi, SLC’ler ise Paneristi’lerin yakından bildiği pig’lerdi; yani insanlar tarafından kontrol edilen ve kendi başına gidenlerin aksine daha yavaş hareket edilen torpidolardı. İngilizler bunlardan birkaçını yakalamamış olsa belki de pig’ler şu an Nazilerin efsanevi silahları gibi bir sır perdesi ardında kalacaktı. Ordu için üretilen erken dönem Panerai’ler manüfaktür olmaktan çok uzaktı, kasalar Rolex tarafından hazırlanıyordu, mekanizmaların tedarikçisi zaman zaman değişse de genellikle cep saatlerinden alınan ve kol saatine uygun hale getirilen kalibrelerdi. Ancak Mussolini’nin pig’leri Churchill’in de ilgisini çekmişti. Atlantik’i geçmeye çalışan konvoylar Alman tehdidi altındaydı ve İngiltere de insanlı torpidoların bir benzerini denemeye karar verdi, ancak dalgıcın su yüzeyinde kendisini bekleyen sözde balıkçı teknelerine varabilmesi için deniz altında bir süre geçirmesi gerekliydi. Tesadüfe bakın ki bu dalgıca bir dalış saati lazımdı ancak bu dönemde bu tedariki sağlayabilecek tek atölye İtalya’daki Panerai’ydi. İngilizler de tarihleri boyunca yaptıkları bir şey yaptılar ve madem kimseden alamıyoruz o zaman biz yaparız diyerek küçük İngiliz üreticilerden saat talebinde bulundular. Albert Thomas Oliver markası 1840’lardan 1980’lere kadar aktif bir saat kasası üreticisiydi ve İkinci Dünya Savaşı’nda da İngilizlerin danışabileceği belki de tek isimdi. Oliver tamamen manüfaktür bir saat kasası üretti, %92.5’i gümüş olan materyal dalış sırasında mekanizmayı korumak için yeterliydi. Fakat Albert Thomas Oliver sadece kasa üretiyordu, İngilizlerin bir mekanizmaya da ihtiyacı vardı, İngilizler burada dönemin belki de Rolex ile birlikte en önemli mekanizma üreticilerinden biri olan Longines’in kapısını çaldı. Longines’in 27 mm’lik çapa sahip kalibresi 12.68N Oliver’ın yarattığı kasalarda kullanılmak için tercih edildi, Birleşik Krallık yetkilileri bu seçimden memnun kalmış olacaklar ki bu mekanizma daha sonra ordunun hava indirme birimi için tasarlanan saatlerde de kullanıldı.
Savaş bir şekilde sona erdikten sonra ardında yeni doğmuş bebekler bıraktı, dalış saatleri de bunlardan sadece biriydi. Yüksek saatçilik bu ufaklığı büyütmeye karar verdi, dalış saatlerinin askeri bir geçmişi vardı, bir bakıma maskülen bir algı yaratıyorlardı. Kadınlar bu imajı severdi, doğal olarak erkekler de bunu satın alırdı. Savaş sonrası kimse pig’lere binip kruvazör batırmasa da hobi ve spor olarak dalış yapmak savaş yorgunu toplumların başvurmak isteyeceği bir etkinlikti. Omega 1948’de Seamaster’ı dalış saati olarak koleksiyonuna ekledi, 1957’deki Professional ailesinden önce seri gece görüş özelliğini ön plana çıkaran bir misyona sahipti. Bunun yanında model zorlu şartların hepsine ve günlük yaşama adapte olabilecek şekilde tanıtılıyordu. Bir yerden tanıdık geldi mi bilmiyoruz ama 5 yıl sonrasında başka bir manüfaktür de yeni dalış saatini bu minvalde kelimeler kullanarak tanıtmıştı. Omega’nın ilk Seamaster’da getirdiği yenilik gece görüşünü günlük saatlere adapte etmesi değildi; İkinci Dünya Savaşı’ndaki denizaltılarda denenen ve başarıya ulaşan kauçuk contalar modelin sıcaklık değişikliklerine dirençli olması ve basınç altında su sızdırmaması için tercih edilmişti. Omega savaş sonrası daha pozitif bir atmosfer yaratırken Fransızlar geleceğe dair belki de o kadar ümitli değildi. Fransızların 1950’lerin başında ortaya çıkan yeni bir ordu birimi vardı, su altında özel görevler için eğitilen, yakın dövüş kabiliyetine de sahip uzman dalgıçlar… Tabii söz konusu dalgıçlar olunca her birine saat de vermeniz gerekiyor, Yüzbaşı Robert Maloubier ve Teğmen Claude Riffaud aklında bir dizi fikirle hayal ettikleri saati üretebilecek bir manüfaktür aramaya başladılar. Şansa bakın ki dönemin Blancpain CEO’su Jean-Jacques Fiechter dalışa çok meraklıydı. Maloubier ve Riffaud hassas, güvenilir ve dalış zamanını ölçebilen bir parça istediklerini Fiechter’e bildirdi. Bu üç istekten biri yüksek saatçiliğe yeni bir patent, diğeri ise Blancpain’e ikonik bir model kazandırdı. Blancpain tek yöne dönen bezelin patentini alarak dalış süresini basit şekilde göstermenin yolunu buldu, bununla birlikte Fifty Fathoms Mil-Spec 1 modelinin saat 6 pozisyonunda kalan ‘güvenilirlik’ alt kadranını yarattı. Şimdilerde yarısı turuncu olan alt kadranın o zamanlarda yarısı kırmızıydı ve bu yarım dilimlik alanda bir şaşma olursa Blancpain tehlike altında demekti. Yani dalış görevi risk barındırmaya başlamış oluyordu. Fakat bu kadrandaki %50’lik oran genelde şaşmıyordu, Blancpain’ler oldukça dayanıklı çıkmıştı, üstelik hepsi otomatik kurmalı kalibrelere sahipti. Pratik olmaları onları tercih edilebilir kılmıştı, üretici Amerikan Donanması’ndan da sipariş almıştı. Orduyla çalışıyor olmak Blancpain’i profesyonel olmaya itti, manüfaktür her şeyin en iyisini yapmaya çalıştı ve kısmen bunu gerçekleştirdi ve belki de aynı yıl başka bir ikon doğmasaydı Fifty Fathoms alanındaki rakipsiz lider olabilirdi. Bu dönemde Fransızlar başka bir üreticiyi daha ciddi konuma getirdi, aynı tarihlerde Tudor deneysel olarak kabul edilebilirdi, Oyster Prince Submariner da bunun canlı örneklerinden sayılabilirdi. Marka bu model üzerinde deneyebileceği bütün kurguları denedi, dediğimiz gibi Tudor denemekten korkmuyordu ve kısa süre içerisinde üreticinin dalış saati 200 metreye kadar sorunsuzca inebilmeyi başarmıştı. Fakat Tudor’un aksine Rolex daha kesin bir yola sahipti, 1953’teki Submariner’ın asıl amacı az önce de bahsettiğimiz gibi derinlik derecesiydi, model ne kadar derine inerse o kadar değerli olacaktı. Jacques Piccard sayesinde Rolex kendini bu alanda ispatladı, ardından Submariner başka bir yöne evrildi. Yıllar içerisinde model spor saatlerin sahip olması gerektiği normları belirleyen parça oldu. Kısa sürede spor saat denilince akla gelen ilk model Submariner oluyordu. Ancak pastadan pay almaya hevesli başka üreticiler de vardı, Uzakdoğulu Seiko da bunlardan biriydi. 1965’te üretici profesyonel dalış saatlerinin ligine girmeye karar verdi, insanlar dalış sporunu hobi olarak da yapmaya başlamıştı ve bu kişiler hobileri için para harcayacak sosyo-ekonomik şartlara sahipti. 62MAS, 37 mm’lik kasaya sahip bir modeldi, tarih göstergesine ve çift yöne dönebilen bezele sahipti. Üretici çok hevesle girdiği bu alanda bir hayal kırıklığı yaşadı, 150 metrelik su geçirmezlik derecesine sahip olan 62MAS’lar makul bir tasarıma sahipti, ancak teknik olarak bu form su altında kırılgandı. Japon dalgıçlar kısa sürede camın çatlaması ve yerinden çıkması gibi sorunlarla Seiko’nun kapısına dayandı, ilk deneme başarılı değildi. Seiko harakiri yerine durum değerlendirmesi yaptı, 1975’te daha sağlam bir tasarımla geldiler. 6159, 62MAS’a oranla daha farklı bir tasarıma sahipti ancak sorun yaratmıyordu. Dairesel kasalar bugünlerde Seiko’nun ikonlarından sayılabilir, 1970’lerde bu kasalarda titanyum kullanılmıştı. Kendisi şıklık anlamında Submariner, Seamaster ya da Fifty Fathoms’la yarışabilecek kapasitede değildi, ancak kadranında 600 m ibaresi vardı, üstelik helyum valfi de kullanmıyordu. Bu bir gövde gösterisi olarak algılanabilirdi, helyum valfi kullanmamak kasaya olan güvenin bir yansımasıydı. Helyum doğadaki en hafif elementlerden biri ve yüksek basınç altında mekanik saatler için sudan daha tehlikeli olabiliyor. Helyum gazı basınç altında sıkışarak kasanın içine girebiliyor, ardından saat deniz seviyesine çıktığında sıkışan helyumumuz genleşmeye başlıyor ve gaz basıncı saate hasar verebiliyor, safir camı yerinden çıkarmak bunlardan biri. Helyum valfi bu sorunu ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir sistem, dalgıçlar derin dalışlardan sonra su yüzeyine çıktıklarında helyum valfinden gazın çıkışını sağlıyor ve böylesine bir tehdide yer bırakmıyor. Seiko’nun bu valfi kullanmaması da dediğimiz gibi üreticinin kasalarına ne kadar güvendiğini gösteriyor. Helyum valfi ilk kez Rolex tarafından Submariner’da kullanılmıştı ve bu dönemde önemli bir özellik olarak ön plana çıkmasının da doğal olarak sebebi vardı, 60’ların sonuna doğru dalış yapmak hobi olmaktan çıkıp profesyonel olmaya başlamıştı. Deniz yataklarının da çalışılacak bölge olmaya başlamasıyla burada görev alabilecek profesyonel dalgıçlar aranmaya başlandı. Bu yüzden saat üreticileri de su geçirmezlik derecesini artırma ihtiyacı duydu, Omega’nın Seamaster koleksiyonu altında yer alan Professional 600 modeli de bu sebeple yaratıldı. İlk olarak Professional 600 olarak anılan saat daha sonra Fransızca’da profesyonel dalgıç anlamına gelen ‘plongeur professionnel’ deyiminden esinle Ploprof olarak isimlendirildi. Yola 600 metrelik su geçirmezlik özelliğiyle başlayan Ploprof dereceyi önce 1000, ardından da 1200 metreye çıkardı. Derinlik artınca doğal olarak ciddiyette artmaya başladı, bu sadece Ploprof için geçerli değildi, dalış sporu genel olarak daha önemli bir hal aldı. Bunu meslek olarak yapan insanların ortaya çıkması işin bir standarda oturtulması gerekliliğini yarattı. 90’ların başında dalış sporu için ISO normları ortaya çıktı, ardından da dalış ekipmanları arasında sayılabilecek saatler için standartlar belirlendi. Bunlar arasında modelin derin denizde de su yüzeyinde olduğu kadar hassas olması gerekiyor, bu sebeple modeller 50 saat boyunca teste tabi tutuluyor. Tepe kolu ve kasa arka kapağının su geçirmezliğini test etmek adına farklı basınçlarda; sıcaklık değişikliklerini test etmek için de ani ısı değişikliklerinin yer aldığı testler gerçekleştiriliyor. Modelin şoklara karşı dayanıklılığı, gece görüş özelliği gibi birçok farklı alanda testler yapılıyor ve saat ancak bu testleri geçerse ISO normlarına uygun bir model olarak adlandırılabiliyor, daha fazla detay isterseniz eğer Google’da küçük bir ISO 6425 araması yapabilirsiniz. ISO standartları aslında bizim dalış saatlerinin içinde olduğu döngüyü de anlamamızı sağlıyor. Dalış saatleri en başında profesyonel bir amaçla ortaya çıkmıştı, ordunun talepleri üzerine üreticiler askeri operasyonlara destek veren modeller yarattı, savaş sırasında aktif olarak kullanılan dalış saatleri savaş sonrasında farklı bir kimliğe büründü. Artık işin içine hem pazarlama hem de değişen ilgi alanları girmişti, insanların yaşadığı savaş stresi unutturulmaya çalışılıyordu, bu uğraşı benimsemek için hobiler, büyüyen ekonomiyi beslemek için de pazarlama stratejileri geliştirildi. Yaklaşık 20 yıl boyunca dalış saatleri savaş sonrasındaki akıma entegre edilmeye çalışıldı. 70’lerden 90’ların sonuna kadar ise dalış profesyonel bir hal aldı; örneğin 1998’de IWC 2000 metreye kadar su geçirmezlik özelliği bulunan titanyum kasalı Aquatimer GST Automatic 2000’i tanıttı, hemen bir yıl sonra ise mekanik derinlik ölçeri de bulunan Aquatimer GST Deep One’ı. Her ikisi de muazam rakamlara ulaşabiliyorlardı ve tam anlamıyla profesyonellerdi, 1990’larda savaş durumu ortada yoktu ama denizin altı da denizin üstü kadar para eden bir yer olmaya başlamıştı. Bu sebeple ciddiyet arttı ve dalış saatleri tekrar profesyonel bir çizgiye oturdu. Son dönemlerde ise yine bir trendle karşılaştık, manüfaktürlerin hemen hepsi bir anda vintage dalış saati üreticisi olmaya başladı. Son 10 yılda hiç öğrenmediğimiz kadar çok vintage model öğrendik ve bunların güncellenen versiyonlarını. Belki bu modellerin birçoğunun hikayesi şüphe yaratabilir, ancak aralarında güvenmeniz gereken parçalar da var. Baselworld’de gerçek anlamda vintage değeri olan modellerin yeni versiyonlarını gördük; Blancpain Tribute to Fifty Fathoms Mil-Spec ile bunu yaptı. 62MAS’ın sorun çıkarmayan bir versiyonu Seiko tarafından profesyonel dalış saati olarak lanse edildi ve Prospex ailesine binen yük ortadan kalktı. Aynı şekilde Oyster Perpetual Sea-Dweller 50. yaşını yeni bir parçayla kutladı; yeni saat tıpkı 1957’deki gibi kadranda kırmızı bir Sea-Dweller yazısına sahip oldu. Yüksek saatçiliğin katıldığı son büyük fuar da gösterdi ki bir süre boyunca belki de hiç haberimizin olmadığı vintage dalış saatleriyle karşılaşacağız, bu segment şimdilerde yaşam döngüsündeki akım olma geleneğini yerine getiriyor, profesyonelleşme aşamasına geçmesi için global etki yaratacak bir olaya tanık olmamız gerekebilir. Önümüzdeki en büyük açıklık dış uzayın keşfi ancak burası kronografların ilgi alanına giriyor, derin denizleri ya da başka bir tabirle iç uzayımızı henüz tam anlamıyla keşfetmiş değiliz; o yüzden dalış saatlerinin bu dünyada yapacak daha çok şeyi olabilir.